Bir süre önce Başbakanlığa mail yoluyla yazdığım aşağıdaki dilekçemle vatandaşlıktan çıkarılmak ve “mümkünse” Afrika ülkelerinden birine sürgün edilmemi talep ettim. Çünkü zaten bu zamana kadar hiç vatandaş sayılmadığım ve almam gereken hiçbir şeyi almadığım (sosyal siyasal ve ekonomik) için daha önce yazdığım bir yazımda 12 yıl kadar önce artık vatandaşlık görevlerimi yerine getirmeyeceğimi vergi ödemeyeceğimi oy vermeyeceğimi beyan etmiştim ve o tarihten bu yana da oy kullanmış değilim.
Kendi ülkemde mülteci gibi değil mülteciden beter koşullarda yaşadım. Medyada çıkan haberlerin birçoğunda söylediğim şeyler söylediğim biçimde yazılmadı. Şimdi burada doğrusunu düzelterek te yazmış olacağım. Bu ülkede bir sanatçı olarak yaşa(yama)ma nedenlerimi genel sebepler ve yaşadıklarım şeklinde sıralayacağım.
Söylediklerim ve yazdıklarım söyle(ye)mediklerim ve yaz(a)madıklarımın kareköküdür.
Bir gazetede çıkan aç kaldım mı diyeyim sözü yanlış anlaşılıp yanlış aktarılmış bir sözdür. Gazeteler ne yazık ki böylesine hayati önemli bir konuyu bile magazinleştirmeden veremiyorlar. Bu bile başlı başına bir olaydır. Bir sanat olayının ya da sanatçının haberi ancak magazinleştiği zaman yayınlanabiliyor. Ben genel anlamıyla “noname” diye ifade edilen bir sanatçıyım yani marka değilim. Marka olmak ünlü olmak değil işimi yapabilmek ve sanatçı olarak kendimi ifade edebilmek istedim. Bu aşağıda sıralayacağım nedenlerle çok mümkün olmadı. Açlık konusuna gelince evet yaşadığım süre boyunca hep açlık çektim. Ama benim açlığım başkalarının sandığı gibi bir açlık değil. Benim birinci açlığım ve en öncelikli talebim demokrasi talebiydi. Sonra bilgi açlığı ve arkasındanda sevgi açlığı olarak tanımlayacağım şekilde ifade edebileceğim bir açlıktır.
Demokrasi konusunda devamlı sınıfta kalmış bir ülkenin çocuğuyum. Bilgi üzerinde bile her dönemde bir kısıtlama ve yasaklama oldu. Bu ülkede üzülerek ifade ettiğim kitap toplatmaları yasaklamaları ve yakılmaları yaşandı çok uzak olmayan bir dönemde. Bilgiye ulaşmanın bu kadar kolay olduğu bir çağda bile hala bilgi üzerinde sansür uygulanabiliyor. Resmi öğretinin dışındaki bilgi üzerinde her zaman bir sansür uygulaması oluşmuştur. Sistem adeta insanlara toplu bir şekilde aynı düşünmesini ve aynı şeye inanmasını dayatmaktadır. Böyle olmayanları ötekileştirmektedir. Kabile toplumu gibi kabileler halinde yaşanmaktadır. Değer yargılarının değişmesiyle birlikte de toplum sevgisiz bir toplum olma yolundadır ve her şey “para” ya endekslenmiştir. Sevgi açlığı da buradan doğmaktadır.

DİLEKÇE METNİ
BAŞBAKANLIK YÜKSEK MAKAMINA
35 yıldır tiyatro ve sinema sanatına emek vermiş bir vatandaş olarak bütün bu sürede kendi ülkemde mülteci gibi yaşamak zorunda bırakıldım.Sosyal güvencem olmadı. Sanatımı ve mesleğimi özgürce yapamadım..Anayasada da belirtilen"Devlet sanatı ve sanatçıyı korur" ve "Devlet sanatın ve sanatçının gelişmesinin önündeki ekonomik-sosyal ve siyasal engelleri kaldırmakla mükelleftir" maddelerinin hayata geçmediğini gördüm.Bu süreç içerisinde uğramadığım haksızlık ve zulüm kalmadı.Daha da sıralayacağım bir dolu nedenden ötürüTürkiye Cumhuriyeti Devletinin bana ver(me)diklerini iade ederek vatandaşlıktan çıkarılmamve mümkünse afrika ülkelerinden birine sürgün edilmem konusunda gereğinin yapılmasını arz ederim.Saygılarımla...Ali Rıza SOYDAN
ANAYASANIN DEĞİŞTİRİLEMEYECEK MADDESİ
V. Devletin temel amaç ve görevleri
Madde 5 – Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.
GENEL HÜKÜMLER
VII. Düşünce ve kanaat hürriyeti
Madde 25 – Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.
Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.
VIII. Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti
Madde 26 – Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.
IX. Bilim ve sanat hürriyeti
Madde 27 – Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir.
Yayma hakkı, Anayasanın 1 inci, 2 nci ve 3 üncü maddeleri hükümlerinin değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılamaz.
Bu madde hükmü yabancı yayınların ülkeye girmesi ve dağıtımının kanunla düzenlenmesine engel değildir.
IV. Çalışma ve sözleşme hürriyeti
Madde 48 – Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir.
Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlarına uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.
A. Çalışma hakkı ve ödevi
Madde 49 – Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir.
Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.
XII. Sanatın ve sanatçının korunması
Madde 64 – Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİNDE YER ALAN HAKLAR
Madde 3Herkesin yaşama hakkı ile kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır.
Madde 4Hiç kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz; her türden kölelik ve köle ticareti yasaktır.
Madde 5Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele ya da ceza uygulanamaz.
Madde 6Herkesin, nerede olursa olsun, yasa önünde bir kişi olarak tanınma hakkı vardır.
Madde 8Herkesin anayasa ya da yasayla tanınmış temel haklarını ihlal eden eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yolundan yararlanma hakkı vardır.
Madde 9Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez.
Madde111. Kendisine cezai bir suç yüklenen herkesin, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin tanındığı, kamuya açık bir yargılanma sonucunda suçluluğu yasaya göre kanıtlanıncaya kadar suçsuz sayılma hakkı vardır.2. Hiç kimse, işlendiği sırada ulusal ya da uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan herhangi bir fiil yapmak ya da yapmamaktan dolayı suçlu sayılamaz. Kimseye, suçun işlendiği sırada yasalarda öngörülen cezadan daha ağır bir ceza verilemez.
Madde 131. Herkesin, her Devletin sınırları içinde seyahat ve oturma özgürlüğüne hakkı vardır.2. Herkes, kendi ülkesi de dahil, herhangi bir ülkeden ayrılma ve o ülkeye dönme hakkına sahiptir.
Madde 141. Herkesin, sürekli baskı altında tutulduğunda, başka ülkelere sığınma ve kabul edilme hakkı vardır.2. Gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan kaynaklanan ya da Birleşmiş Milletlerin amaç ve ilkelerine aykırı fiillerden kaynaklanan kovuşturma durumunda, bu hak ileri sürülemez.
Madde 151. Herkesin bir ülkenin yurttaşı olmaya hakkı vardır.2. Hiç kimse keyfi olarak uyrukluğundan yoksun bırakılamaz, kimsenin uyrukluğunu değiştirme hakkı yadsınamaz.
Madde 18Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak, din veya inancını değiştirme özgürlüğünü ve din veya inancını, tek başına veya topluca ve kamuya açık veya özel olarak öğretme, uygulama, ibadet ve uyma yoluyla açıklama serbestliğini de kapsar.
Madde 19Herkesin kanaat ve ifade özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak, müdahale olmaksızın kanaat taşıma ve herhangi bir yoldan ve ülke sınırlarını gözetmeksizin bilgi ve fikirlere ulaşmaya çalışma, onları edinme ve yayma serbestliğini de kapsar.
Madde 231. Herkesin çalışma, işini özgürce seçme, adil ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır.2. Herkesin, herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır.3. Çalışan herkesin, kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlayacak düzeyde, adil ve elverişli ücretlendirilmeye hakkı vardır; bu, gerekirse, başka toplumsal korunma yollarıyla desteklenmelidir.4. Herkesin, çıkarını korumak için sendika kurma ya da sendikaya üye olma hakkı vardır.
Madde 24Herkesin, dinlenme ve boş zamana hakkı vardır; bu, iş saatlerinin makul ölçüde sınırlandırılması ve belirli aralıklarla ücretli tatil yapma hakkını da kapsar.
Madde 271. Herkes, topluluğun kültürel yaşamına özgürce katılma, sanattan yararlanma ve bilimsel gelişmeye katılarak onun yararlarını paylaşma hakkına sahiptir.2. Herkesin kendi yaratısı olan bilim, yazın ve sanat ürünlerinden doğan manevi ve maddi çıkarlarının korunmasına hakkı vardır.
Madde 28Herkesin bu Bildirgede ileri sürülen hak ve özgürlüklerin tam olarak gerçekleşebileceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.
YAŞA(YAMA)MA NEDENLERİM
Yukarda sıraladığım maddelerde belirtilen şekilde Türkiye’de yaşayamama nedenlerimi 1-GENEL SEBEPLER 2-YAŞADIKLARIM şeklinde anlatacağım. Siz de takdir edersiniz ki 35 yılda yaşananları iki sayfalık bir bültene sığdırmak mümkün değil benim burada geniş şekilde anlattıklarımdan bir özet çıkarabilirsiniz.
GENEL SEBEPLER
1- DEMOKRASİ VE SANAT
Demokrasinin bütün kurumlarıyla tesis edilmediği düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede sanat ve estetik üretiminden bahsedilemez. Çünkü sanat özgür ortamda gelişir. Özgürlüklerin sınırlandığı karşı fikirlere izin verilmediği yasakçı ve sansürcü baskıcı uygulamaların yapıldığı bir ülkede sanatın ve sanatçının gelişmesi mümkün değildir.
2- YASAL DÜZENLEMELER
Ne yazık ki Türkiye’de ben bu mesleği icra etmeğe başladığım günden bu yana ve benden öncesinde de olmak üzere ne sinemanın ne de tiyatronun bir “iş” yasası olabilmiştir. Berber dükkanı açmak için bile bir berberler federasyonu vardır çıraklık ve ustalık belgesi alamamış kimsenin eline ustura verilmez ama ne yazı ki tiyatro yada sinema yapmak için böyle bir şeye gerek yoktur çünkü yasayla düzenlenmiş bir yasası olmamış olduğundan her kes beklide usturadan daha keskin bir sanat olan ve bu keskinliği yüzünden sürekli baskı altında tutulan tiyatro sanatını serbestçe yapabilmektedir. İş kolu olarak ta zaten “torba” diye tanımladığımız bir torba iş kolunda olduğundan meslek örgütleri ve sendikalarda işlevsiz kalmaktadır. Neredeyse 20 000 kişinin çalıştığı bir endüstri haline dönüşmüş olan bu sektör yasası olmadığı ve tek başına bir iş kolu olarak ayrılamadığı içinde zor durumdadır. Böyle bir yasal düzenlemeye ihtiyaç duyulmaması bir ihmalden çok bilinçli bir tercih ve sanatın gelişmesinin önünü tıkamak sanat ve sanatçıyı her zaman devletin kontrolünde tutabilmek ve özgürleşmesine engel olmak içindir.
3- SANAT VE SANATÇI KAVRAMI
Estetik önceleri felsefenin bir dalıydı ama yüzyılın son çeyreğinde bilim olarak kabul edildi ve sanatta estetik biliminin alanına giren bir iştir. Sanat estetik nesnedir ve sanatçı da estetik nesne üreten kişidir. Estetik nesne olmayı belirleyen en önemli kurallardan biri de “öz biçim” dengesidir yani ne öz uğruna biçim nede biçim uğruna öz reddedilebilir. Özellikle de 1980 sonrasın da toplumsal değer yargılarının değişmesiyle sanatın içi boşaltılmaya salt görselliği ön plana çıkmış içi boş bir eğlence aracı haline dönüştürülme çabası vardır. Popüler kültür bir magazinleşme yaratmış sanat haberlerinden çok magazin haberleri. Sanatçının ürettiği şeylerden çok sanatçı diye lanse edilip marka yapılanların sosyal yaşamları kiminle evlendiği kiminle yaşadığı gibi şeylerle ön plana çıkmaya başladılar. Sanat ve sanatçı kavramının içi boşaltıldı.
3- SANAT EĞİTİMİ VE EĞİTİM SİSTEMİ
Sanat eğitimi ne yazık ki 1960 lı ve 70 li yıllarda bu kadar yaygın değildi. O nedenle bu mesleğe o zamanlarda başlayanların çok iyi bir eğitim hizmeti aldığı söylenemez. Bir devlet konservatuarı vardı oda 10 yada 20 kişi alır ondanda daha çok devlet tiyatrolarında çalışanların çocukları istifade ederdi. Zaten konservatuarda sanat camiasına sanatçı yetiştirmekten çok devlet tiyatrosuna “sanatçı” personel yetiştirmek içindi. 80 sonrasında ne olduysa neredeyse her fakültenin güzel sanatlar kürsüsü ve oyunculuk bölümleri açıldı. Konservatuar meslek okulu statüsünden çıkarılıp üniversite bünyesine alındı. Gençliğin sanata yönelimini keşfeden yetkililer daha çok insanın bu “eğitimi” almasını sağladılar belki ama sistem bilgi donanımı sağlamak bilgi edindirmek değil diploma edindirmek karşı taraf içinde diploma sahibi olmak amacı taşıdığından, diplomalı işsizler yetiştirmekten öte gidemedi. Belki ödenekli tiyatrolarda iş bulacaklar için diploma ya da akademik kariyer önemliydi ama sektörde durum öyle değildi. Yetenek ya da ilişkiler ön plandaydı. Hiçbir yapımcı yada yönetmen kendi işinde kullanmayı düşündüğü insan malzemesinin diploması yada kariyeriyle ilgilenmiyordu. Önemli olan yeteneğiydi çünkü bir yerlerde kendini oyuncu olarak kanıtlamış olması yetiyordu çünkü. O nedenle hep içimde uhdedir imkânım olup ta eğitim almak için yurt dışına gidemedim. Çünkü o tarihlerde kaliteli bir eğitim hizmeti alabilmek ancak bazı Avrupa ülkelerinde mümkündü. Örneğin kendi ülkemde bulamadığım bu imkanı Almanya’ya gidip Berlin Ansamblenin öğrencisi olarak kazanabilirdim. Bu tarzda bağımsız bir enstitü ne yazık ki Türkiye’de yoktu. Zaman zaman İstanbul Şehir Tiyatrolarının düzenlediği kurslar ve birde benimde yetiştiğim ve bir çok sanatçı yetiştiren Halkevleri vardı. Bu gün çok yaygın bir şekilde ve son derece denetimsiz özellikle de yasası olmadığı için bu alandaki örgütlerin ve kurumlarında önüne geçemediği sayıda son derece kalitesiz eğitim veren hatta kendi yanlışlarını başkalarına doğru gibi öğreten kurslar türemeye başladı.
4- DEVLETİN TİYATRO SANATINA ACIMASIZ REKABETİ
70 li yıllarda tiyatro altın dönemini yaşadı. Özellikle özel tiyatrolarda önemli bir artış gözlendi. O dönemde tiyatroların artmasıyla beraber yeni salonlarda yapılmaya başlandı ve salon sayısı da tiyatroya paralel olarak arttı. Daha çok oyun sergilendi ve bunlar birbirine rekabet halinde sürekli kaliteyi ve çıtayı yükseltiyorlar her yaptıkları sanat olayı öncekini aşarak yükseliş kaydediyordu. Toplumun algısı bu yende gelişme kaydediyor ve seyirci de hem niceliksel hem de niteliksel olarak artıyordu. Yine estetik bilimi estetik üretimiyle ilgili olarak izleyici estetik üretimine katılmıyorsa orada estetik üretiminden söz edilemez der. İzleyici estetik üretimine izleyerek, eleştirerek ve sorgulayarak katılır. O zamanda çok bilinçli bir tiyatro izleyicisi oluşmaya başlamıştı. O yıllarda özel tiyatrolar Devlet Tiyatrolarının biletlerinin ucuz olmasına karşın daha çok izleniyor, oyunları ve oyuncuları daha çok tanınıyor benimseniyor ve kabul görüyordu. Çok büyük bütçeli müzikaller geniş kadrolu oyunlar sahnelenmeye başlanmıştı. 80 sonrasında bu denge tersine döndü. 80 sonrasının getirdiği baskı ortamında “özel” tiyatro yapmak zorlaşınca (özel tiyatro ne demekse) yapanlarda astronomik salon kiralarını karşılayabilmek için bilet fiyatlarını belli bir seviyede tutmak zorundaydı. Bu dönemde ödenekli tiyatrolar çok ucuz olan bilet fiyatları ve devlet imkânlarını da kullanarak dengesiz bir rekabete başladılar. Bunun karşısında tiyatro yapımcıları yaptıkları işi daha az maliyete düşürmek adına az kadrolu ve düşük bütçeli işler yapmaya başladılar. Bu da sektörde bir çok oyuncunun işsiz kalması demekti. Bu durum özel tiyatro yapmayı zorlaştırdı. Tiyatroda kalite öncesine göre düşmeye ve amatörleşmeye başladı. Devlet tiyatro yapmaya soyunmuştu bir kere tiyatro ihtiyacını karşılayacaktı. Devletin tiyatrosu vardı ya.. Ayakta kalan tiyatroları da devlet yardımı adı altında ulufeye bağlayınca bir anlamda sorunu çözmüş oldu. Ben burada devlet tiyatrosu özel tiyatro meselesini tartışmayacağım çünkü bu ayrıca bir tartışma konusu ve burada gündeme getirerek uzatmak istemiyorum. Ama mutlaka tartışılmalı. Özellikle tiyatro gibi bir sanat devlet güdümünde olmalı mı?
4- KÜLTÜR BAKANLIĞI VE DEVLET YARDIMI
1974 yılına kadar Türkiye’de bir üst yapı kurumu olan kültürün bakanlığı da yoktu başbakanlığa bağlı bir kültür müsteşarlığı bakıyordu bu işlere oda sanattan çok müzelerin bekçiliğini yapmak amaçlıyı. Çünkü devletin kültür ve sanat derdi olmadığı gibi böyle bir şeye ihtiyacı da yoktu. 1946 lara kadar halk evleri ve halk odaları vasıtasıyla köylere kadar kültürün taşınması köy enstitüleri gibi önemli kültürel kurumlar bile yıllarca baskı altında tutulmuş ve sonunda da kapanmıştı. Sanat topluma bilinç taşıyacağı ve yaşamı sebep sonuç ilişkileriyle sorgulayacağı için sakıncalıydı. 1974 yılından sonra bu günkü gibi Turizm bakanlığına eklenerek bir kültür bakanlığı kuruldu. Ama hiçbir zaman devletin kültür sanat diye bir derdi olmadığı gibi sanatın gelişmesinin üzerinde her zaman baskı ve sansür uygulandı. Bu işi sadece devletin ödenekli tiyatroları özgürce yapabilirdi. Elbette orada çalışan arkadaşlarımı da tenzih ediyor ve onların sorunlarını da paylaşıyorum. Özerk olması bağımsız olması gereken bu kurum her iktidarın ayrı ayrı baskısına muhatap oldu. Orada da bir çok gelişme yaşandı bu anlamda özerkliği ve bağımsızlığı için çabalar ve mücadeleler oldu ama devletin sahibi ve işvereni olduğu bir tiyatroda ne kadar özgür olunabilirse o kadar olabildiler. Devlet sonunda tiyatroyu yani yaygın deyimiyle (başka ülkelerde böyle bir deyim var mıdır?) yardıma muhtaç hale getirince anayasadaki devlet sanatı ve sanatçıyı korur maddesini de hatırlayarak yardıma bağladı. Devlet yardımı ise özel tiyatroları geliştirmekten çok bitirmeye yaradı. Yardımın dağılış biçimi yöntemi ne kadar doğruydu tartışılır. Ben daha öncesinde iki ayrı bakanla bu konuda görüştüklerimi bir mektupla üçüncü bir bakana anlattım. Olması gerekeni de orada ifade ettim. O mektuplarda bu bültenin ekindedir.
4- KÜLTÜR VE SANAT ÜZERİNDE SİYASAL BASKILAR
Kültür ve sanat üzerinde siyasal baskılar her dönemde artarak sürdü. Özellikle özel tiyatrolar üzerinde çok yoğun baskılar geliştirildi ve adeta işlerini yapmaları zorlaştırıldı hatta bazı durumlarda imkânsız hale getirildi. Aynı şey sinema içinde geçerli oldu. Bu ülkede yasaklanan onlarca oyun. Yasaklanan filmler hatta yakılan filmler oldu. Bazen oyunlar içerde seyirci varken bile yasaklanabiliyordu. Bizler bu süreçleri yaşadık. Neredeyse polis gözetiminde oyun sergiliyorduk. Salonda bazen izleyici kadar polis oluyordu. Önceleri teyp getirir oyunu teybe kaydederlerdi daha sonra kamera kullanmaya kadar vardırdılar bu işi. Kamera kullanılması seyirciyi de rahatsız eden ve adeta fişleyen bir durumdu. Bu nedenle de seyirci tiyatroya gelmekten ürker hale gelmişti. İzin almak gibi bir keyfiyet olduğundan bazen izin başvuruları reddediliyor gerekçe olarak ta polis vazife ve selahiyetler kanunu maddesi gösteriliyordu. Polis vazife ve selahiyetler kanununda yakın zamana kadar değişip değişmediğini bilmediğim son derece onur kırıcı bir madde vardı ve şöyle deniyordu. “bar pavyon genelev ve tiyatrolarda çalışanlar sufli işler yapmakta olduklarından bayanlarının çalışma karnesi taşıma zorunluluğu vardır” yani vesikadan söz ediyordu. Bu madde varken traji komik bir durum devlet tiyatroları vardı. Onlarında bayan oyuncuları vardı. Bununla ilgili en çok ta devlet tiyatrosu çalışanlarından bir tepki gelmeliydi ama 657 sayılı yasaya tabi olduklarından ve fikir beyan etmelerinin bile yasak olduğundan tepki göstermediler. Bu maddeye göre Devlet konservatuarlarının tiyatro bölümleri fahişe yetiştiriyordu. Ben polis çocuğuyum babam bu maddeyi iyi bildiğinden tiyatrocu olacağım dediğimde kaşlarını çatmış ve bana bizim sülalemizde pezevenk yok sen nereden çıktın demişti. Haklıydı da… Çünkü yasasında öyle yazıyor öyle tanımlanıyordu. Tiyatrocunun erkeği pezevenk kadını orospu olarak düşünülüyordu bir dönem ve biz bu süreçlerden geçerek Türkiye’de tiyatronun var olma mücadelesini verdik. Her türlü zora ve baskıya rağmen en küçük ilçelere hatta köylere kadar tiyatronun yaygınlaşmasına katkıda bulunduk.
5- FIRSAT EŞİTSİZLİĞİ
Başka alanlarda da olduğu gibi Tiyatro ve sinema alanında da ciddi bir fırsat eşitsizliği yaratılmıştı. Sanatla uğraşabilmek ya da sanatçı olabilmek imkânları geniş insanlara sunulmuş işçi memur ve dar gelirli ailelerin çocukları ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar onlara lüks sayılmıştı. Böylelikle de özellikle tiyatronun belli bir zümrenin eğlence aracı olması sağlanmıştı. Belki bu koşullar bu gün biraz değişti gibi görünse de pratikte yine muazzam bir fırsat eşitsizliği söz konusu.
6- KORSANLIK
Yasanın olmayışı yüzünden TODER gibi meslek örgütlerinin de mücadele edemediği yada önüne geçemediği bir korsanlık yıllardır sürmektedir. Korsan sadece CD ve Kitap konusunda yoktur. Tiyatronun korsanı oyuncunun korsanı yönetmenin korsanı hatta yapımcının bile korsanı vardır. Özellikle korsan tiyatroların durumu en vahimidir. Okullarda ödenekler kesilince okul müdürleri çareyi tiyatro düzenlemekte bulunca. Özellikle okulları arpalık çocukları banknot gibi gören bir takım bezirganlar üçer beşer kişilik teksti metni bile olmayan oyunlarla okullara gitmeye ve okul salonlarında oyunlar oynamaya başlamışlardır. Bunların içinde on tane gerçekten tiyatroyu bilerek ve bilinçli yapan varsa belki sadece İstanbul’da 300 çocuk tiyatrosu vardır. Bunu Milli Eğitimin izin verdiği okullar listesinde görebilirsiniz. Oyuncunun korsanı da şu şekilde doğmakta.. Yapımcılar özellikle son dönemlerde daralan bütçeler nedeniyle, ortalama 30 bin liradan 120 bin lirayı dört markaya verince, geriye bütçeden ayıracak para olmadığı için normal şartlarda sendikanın da tespit ettiği oyuncu ücreti olan asgari 1500 lirayı oyuncuya vermek yerine ajanslara hiçbir mesleki kuruluşa kayıtlı olmayan, amatör ya da bu işi yeni yapacak olan insanlara deneme filmi çekerek 300 liraya aynı işi yapacak adamlar aratmakta. Böylelikle de bir çok oyuncu iş bulamama nokrasına gelmektedir.
7- MARKALAŞMA VE METALAŞMA
1980 sonrasının değişen değer yargıları sanatı metalaştırdığından özellikle görsel medya kendi markalarını üretmekte ve yıllarını tiyatro ya da oyunculuk sanatına vermiş insanlar kendilerini ifade edecek alan bulamazken. Medyanın bir anda markalaştırıp star yaptığı mutlu azınlık çok iyi koşullarda çalıştığından kendileriyle aynı statüde olan ama markalaşmadığı için noname diye adlandırılan kesimi adeta aşağılamakta ve onların sorunlarına uzak durmaktadırlar. Oysaki isteseler kendilerinin de işlerini kolaylaştıracak ve kendi lehlerine olan sendikal mücadelenin içinde yer alır. Sinema sektöründeki ağır çalışma koşullarının iyileşmesi konusunda diğer çalışanlarla birlikte davranabilirler.
8- SOSYAL GÜVENCE SORUNU
Devlet genel anlamda da sosyal güvenlik sorununu tam olarak çözmüş olmadığından bu gün bir çok sanatçı sosyal güvenceden yoksundur. 1984 yılında çıkan bir yasayla sanatçılara geriye doğru borçlanma yoluyla emekli olmaları sağlandıysa da o zaman muhatap bir kurum olmadığından o yetki bir vakfa verilmiş. Oradan da o dönemde sanatçıların dışında kapıcısından büfecisine kadar bir çok insan istifade edebilmiş. Borçlanmayı yatıracak gücü olmayan sanatçılar istifade edememişlerdir. Bu günde oyuncunun sigortalı olabilmesi teknik olarak mümkün değil ayrıca statüsü bile netleşmiş değildir. Maliye bakanlığı mükellef sayıp bağkurlu olmasını istemekte çalışma bakanlığı işçi saymaktadır. İşveren açısından da çalıştığı gün sayısı yılda azami 60 yada 70 gün olan birini bir yıl çalışmış gibi göstermek mümkün değildir. Bu nedenle sosyal güvenlikten mahrum kalınmıştır. Yıllardır da tekrar bir yasanın çıkmasını beklemektedirler.
9- UNVAN GASPI VE MESLEK ÖRGÜTLERİ
Türk ceza kanununda unvan gaspı suçtur. Durup dururken ben mimarım diyemezsiniz. Doktorum diyemezsiniz. Ama sanatçıyım, oyuncuyum, yönetmenim vb unvanları serbestçe kullanabilirsiniz. Buda yasayla olacak bir şeydir ve bir yasal düzenleme zorunluluğu vardır. Yasası olduğunda meslek örgütlerine yetki verecek ve meslek örgütlerine kayıtlı olmayanların bu unvanları kullanmaması sağlanacak aksini yapanlara yasal yaptırım uygulanabilecektir.
10- ÇALIŞMA KOŞULLARI VE ZORLUKLARI
Bu gün setlerde 90 dakika dizi dayatması yüzünden zor şartlar altında 18 saati aşan sürelerle çalışılmaktadır. Çalışanlar 10 sayfayı bulan kölelik sözleşmeleriyle bağlanmakta. Ücretlerinin güvencesi olamamakta bazen çok uzun gecikmelerle alabilmektedirler. Çünkü Türkiye’de yukarıda da ifade ettiğim gibi çakma yapımcılar olduğundan iş bitiminde bazen şirketi yerinde bulamamak bile mümkündür. Belli başlı kurumlaşmış yapım şirketlerinin dışında kalanların bir çoğu taşerondur ve asıl işveren kanaldır. O yüzden kendi öz sermayeleri olmadığından alacaklarıyla çalışanların ücretlerini ödeyebileceklerinden kanallardan sanki mal alıp satar gibi çekle aldıklarından çok uzun zaman sonra ödeme yapabilmektedirler. Bu durumda bu alanda çalışan insanların mağduriyet sebebidir. Bütün bu sorunların çözümü yine yasal düzenlemelere bağlıdır. Yasal düzenlemeler ise tepeden inme yapılmamalı “her alana ilişkin politikayı o alanın çalışanı belirleyeceğinden” bu alandaki mesleki dernek ve sendikalarla işbirliği halinde yapılmalıdır. Yoksa tepeden inme yapıldığında çözüm yerine çözümsüzlük getirecektir. Ben bu ülkede bu koşullarla çalışmak ve mücadele etmekten yoruldum doğrusu çok fazla umudumda kalmadı. Gitmek istiyorum ama umarım bu yazdıklarımın bir kısmı hiç değilse dikkate alınırda benden sonra bu sektörde çalışanlar bu acıları çekmez bu “zulmü” yaşamazlar.
11- ARACI KURUMLAR VE AJANSLAR
Aracı kurumlar ve ajanslar konusunda da mutlaka bir düzenleme yapılmalı ve sektörde çalışan binlerce figüranla beraber yardımcı oyuncu ve oyuncularında hakları güvence altına alınmalı. Menajerlik yada ajans sistemi de meslek örgütlerinin denetiminde ve güvencesinde olabilmelidir.
12- DEĞER YARGILARININ DEĞİŞMESİ VE 80 DARBESİ
1980 darbesinin sanat üzerindeki olumsuz etkileri sayılamayacak kadar çoktur. Ben 1980 öncesinde kendime turne tiyatroculuğunu meslek edinmiştim. 1980 den sonra derneklerin kapanmasıyla işimi yapamaz hale geldim. Birisinin meslekten men edilmesi önemli bir cezadır ve bu ancak bir mahkeme kararıyla olabilir. Ama biz bir darbeyle mesleğimizden men edildik ve işimizi yapamaz hale geldik. Özellikle de bizim kuşağımız tiyatronun en şanssız kuşağıdır. Tam olgunlaşıp meyve vereceğimiz bir zamanda tepemize bir darbe yiyerek işimizi yapamaz hale geldik. Ben geldiğim bu noktaya ilişkin sadece AKP hükümetini sorumlu tutmuyorum 35 yıllık süreci anlatıyorum. Yani gelmiş geçmiş bütün yönetimlerden davacıyım. Özellikle de mesleğimi yapamaz hale geldiğim için cunta hükümetinden ve 12 eylül darbecilerinden. 12 eylül en çok sanata kültüre ve değer yargılarına yapılmış bir darbedir ve 12 eylülden sonra toplumsal değer yargıları tamamen değişmiş para yada şöhret genel değer olmuştur.
13- ANLAYIŞ DURUŞ VE ESTETİK KAYGISI
Eskiden en azından onurumuzu koruyorduk. Bir dünya görüşümüz bir sanat anlayışımız vardı ve buna uymayan işlerin içinde olmama lüksümüz vardı. Şimdi bu değişti artık sanatçı filan değiliz “ameleyiz” nerden çağırılırsa gidip oynayacak durumdayız çünkü yaşamımızı idame ettirmek asgari yaşam düzeyinde yaşayabilmek ve ayakta kalma mücadelesi vermek zorunda bırakıldık. İnsanın iki üretimi var biri teknoloji diğeri ideolojidir. Bizler ideolojik üretim yani düşünce üretimi yapan insanlarız o nedenle de hayata baktığımız bir penceremiz olmalı. 80 sonrasında gerek devlet yardımı yoluyla gerekse popüler kültürün tırmanışıyla bizim beyinlerimizi oydular onurlu yaşama hakkımızı da kullanamadık ve artık sanatı karın doyurma aracı olarak yapmaya yeteneğimizi satarak pazarlayarak ayakta durma kavgası vermeye başladık. Bu bile son derece onur kırıcı bir durumdur.
14- EKONOMİK KRİZLER VE HER FIRSATTA SANATA VURULAN DARBELER
Zaten sürekli bir kriz halinde olan kötü yönetilme sebebiyle bu güne kadar her krizde etkilenen ülkemizde böyle bir durumdan en çok etkilenen ve mağdur olan sanat olur. Hemen sanatla ilgili harcamalar durur yada kesilir. En basit örnekle bir domuz gribi olayında bile Sağlık bakanının yaptığı açıklamada “tiyatroya sinemaya gitmeyin” demesi bunun en çarpıcı örneğidir ama arkasından ekonomiye can verin ciklet alın diye de reklam yapmayı ihmal etmezler.
15- SALON SORUNU VE KÜLTÜREL ALTYAPI MESELESİ
Kültür ve sanat alt yapısı olsa kendiliğinden gelişebilecektir. Geçmiş medeniyetlerin Anadolu’nun her köşesinde bıraktığı 5000 – 10000 kişilik tiyatro harabelerine bakıp ta utanmak lazım mı diye düşünüyorum. Ne kadar büyük bir medeniyet yaşamış o yıllarda. Böyle bir talep böyle bir ihtiyaç varmış ki o kadar çok sayıda insanı alabilecek anfi tiyatrolar yapılabilmiş. Bu gün spora yapılan yatırımın onda biri kültüre sanata yapılabilse en küçük bir ilçede bir kapalı bir açık spor salonunun olduğu gibi en küçük ilçelerde bile bir tiyatro olabilse sanatta gelişecek sanatçıda yöreselden ulusala ulusaldan evrensele kendini ve sanatını taşıyabilecekti. Devlet kendi tekelinde tutmaya çalıştığı tiyatroculuk yapma sevdasından vaz geçebilse ve Devlet tiyatrolarını ulusal sanat kurumu adıyla özerkleştirebilse, tiyatronun önünden tiyatroyla bağdaşmayacak “devlet” kelimesini kaldırabilse. Her şeyi özelleştirdiği gibi tiyatroyu da (özeli olamayacağı için) özerkleştirse özel tiyatro ve devlet tiyatrosu ibareleri de tarihe gömülürdü. Tiyatrolara verdiği trilyonlarca ödeneği salon yapmakta kullansa alt yapı sorunu kendiliğinden çözülmüş olacaktı.
16- YAŞAMSAL ZORLUKLAR VE TELİF HAKLARI
Sanatçılar sosyal güvence yoksunlukları bir yana bu güne kadar telif haklarından da yoksun olduklarından yaşlandıklarında yaşamsal zorluklar içinde hatta bir çoğu huzur evlerinde yaşamlarını sonlandırmak yada yakın zamanda Yaman Tarcan örneğinde olduğu gibi bunalım sonucu yaşamına son vermek zorunda kalmış. Bir kısmı da zayıf irade sonucunda alkole teslim olup alkolik olmuşlardır. Bir an önce telif sorununun da çözüme kavuşması gerekmektedir. Demokratik açılım demokrasi tesis edildikten sonra mümkündür. Sanatçısı bile antidemokratik koşullarla boğuşan bir ülkede demokratik açılımdan söz edilemez. Ben kendi adıma umutlarımı yitirdim ve demokratik bir ülkede yaşamak istiyorum. Bu güne kadar kendi ülkemin demokratikleşmesi konusunda canhıraş mücadele etmiş ve buna ilişkin bir çok dönemde ekte yazdığım yazılarda belirttiğim biçimde mücadele ettim ve artık yoruldum. Bu ülkede yaşamak demiyorum ama bu ülkede ölmek istemiyorum. Dayatıldığı biçimde ya sev ya terk et dayatmasına uygun biçimde sevmediğimi ve terk edeceğimi söylüyorum. Buna da hakkım var sanıyorum. Zulüm altında yaşadım ve zulüm altında başka bir ülkeye iltica etme hakkımı kullanıyorum.
BUNLAR GENEL SEBEPLER BUNUN DIŞINDA BİZZAT YAŞADIĞIM ÖZEL SEBEPLERİMDE VAR…
DAHA ÖNCESİNDE YAZDIKLARIM
http://site.mynet.com/asoydan56/YAZILARIM/id4.htm
BAŞBAKANLIK YÜKSEK MAKAMINA
35 yıldır tiyatro ve sinema sanatına emek vermiş bir vatandaş olarak bütün bu sürede kendi ülkemde mülteci gibi yaşamak zorunda bırakıldım.Sosyal güvencem olmadı. Sanatımı ve mesleğimi özgürce yapamadım..Anayasada da belirtilen"Devlet sanatı ve sanatçıyı korur" ve "Devlet sanatın ve sanatçının gelişmesinin önündeki ekonomik-sosyal ve siyasal engelleri kaldırmakla mükelleftir" maddelerinin hayata geçmediğini gördüm.Bu süreç içerisinde uğramadığım haksızlık ve zulüm kalmadı.Daha da sıralayacağım bir dolu nedenden ötürüTürkiye Cumhuriyeti Devletinin bana ver(me)diklerini iade ederek vatandaşlıktan çıkarılmamve mümkünse afrika ülkelerinden birine sürgün edilmem konusunda gereğinin yapılmasını arz ederim.Saygılarımla...Ali Rıza SOYDAN
ANAYASANIN DEĞİŞTİRİLEMEYECEK MADDESİ
V. Devletin temel amaç ve görevleri
Madde 5 – Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.

VII. Düşünce ve kanaat hürriyeti
Madde 25 – Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.
Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.
VIII. Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti
Madde 26 – Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.

Madde 27 – Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir.
Yayma hakkı, Anayasanın 1 inci, 2 nci ve 3 üncü maddeleri hükümlerinin değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılamaz.
Bu madde hükmü yabancı yayınların ülkeye girmesi ve dağıtımının kanunla düzenlenmesine engel değildir.
IV. Çalışma ve sözleşme hürriyeti
Madde 48 – Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir.
Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlarına uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.
A. Çalışma hakkı ve ödevi
Madde 49 – Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir.
XII. Sanatın ve sanatçının korunması
Madde 64 – Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİNDE YER ALAN HAKLAR
Madde 3Herkesin yaşama hakkı ile kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır.
Madde 4Hiç kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz; her türden kölelik ve köle ticareti yasaktır.
Madde 5Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele ya da ceza uygulanamaz.
Madde 6Herkesin, nerede olursa olsun, yasa önünde bir kişi olarak tanınma hakkı vardır.
Madde 8Herkesin anayasa ya da yasayla tanınmış temel haklarını ihlal eden eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yolundan yararlanma hakkı vardır.
Madde 9Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez.
Madde111. Kendisine cezai bir suç yüklenen herkesin, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin tanındığı, kamuya açık bir yargılanma sonucunda suçluluğu yasaya göre kanıtlanıncaya kadar suçsuz sayılma hakkı vardır.2. Hiç kimse, işlendiği sırada ulusal ya da uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan herhangi bir fiil yapmak ya da yapmamaktan dolayı suçlu sayılamaz. Kimseye, suçun işlendiği sırada yasalarda öngörülen cezadan daha ağır bir ceza verilemez.
Madde 131. Herkesin, her Devletin sınırları içinde seyahat ve oturma özgürlüğüne hakkı vardır.2. Herkes, kendi ülkesi de dahil, herhangi bir ülkeden ayrılma ve o ülkeye dönme hakkına sahiptir.
Madde 141. Herkesin, sürekli baskı altında tutulduğunda, başka ülkelere sığınma ve kabul edilme hakkı vardır.2. Gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan kaynaklanan ya da Birleşmiş Milletlerin amaç ve ilkelerine aykırı fiillerden kaynaklanan kovuşturma durumunda, bu hak ileri sürülemez.
Madde 151. Herkesin bir ülkenin yurttaşı olmaya hakkı vardır.2. Hiç kimse keyfi olarak uyrukluğundan yoksun bırakılamaz, kimsenin uyrukluğunu değiştirme hakkı yadsınamaz.
Madde 18Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak, din veya inancını değiştirme özgürlüğünü ve din veya inancını, tek başına veya topluca ve kamuya açık veya özel olarak öğretme, uygulama, ibadet ve uyma yoluyla açıklama serbestliğini de kapsar.
Madde 19Herkesin kanaat ve ifade özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak, müdahale olmaksızın kanaat taşıma ve herhangi bir yoldan ve ülke sınırlarını gözetmeksizin bilgi ve fikirlere ulaşmaya çalışma, onları edinme ve yayma serbestliğini de kapsar.
Madde 231. Herkesin çalışma, işini özgürce seçme, adil ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır.2. Herkesin, herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır.3. Çalışan herkesin, kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlayacak düzeyde, adil ve elverişli ücretlendirilmeye hakkı vardır; bu, gerekirse, başka toplumsal korunma yollarıyla desteklenmelidir.4. Herkesin, çıkarını korumak için sendika kurma ya da sendikaya üye olma hakkı vardır.
Madde 24Herkesin, dinlenme ve boş zamana hakkı vardır; bu, iş saatlerinin makul ölçüde sınırlandırılması ve belirli aralıklarla ücretli tatil yapma hakkını da kapsar.
Madde 271. Herkes, topluluğun kültürel yaşamına özgürce katılma, sanattan yararlanma ve bilimsel gelişmeye katılarak onun yararlarını paylaşma hakkına sahiptir.2. Herkesin kendi yaratısı olan bilim, yazın ve sanat ürünlerinden doğan manevi ve maddi çıkarlarının korunmasına hakkı vardır.
Madde 28Herkesin bu Bildirgede ileri sürülen hak ve özgürlüklerin tam olarak gerçekleşebileceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.
YAŞA(YAMA)MA NEDENLERİM
Yukarda sıraladığım maddelerde belirtilen şekilde Türkiye’de yaşayamama nedenlerimi 1-GENEL SEBEPLER 2-YAŞADIKLARIM şeklinde anlatacağım. Siz de takdir edersiniz ki 35 yılda yaşananları iki sayfalık bir bültene sığdırmak mümkün değil benim burada geniş şekilde anlattıklarımdan bir özet çıkarabilirsiniz.

1- DEMOKRASİ VE SANAT
Demokrasinin bütün kurumlarıyla tesis edilmediği düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede sanat ve estetik üretiminden bahsedilemez. Çünkü sanat özgür ortamda gelişir. Özgürlüklerin sınırlandığı karşı fikirlere izin verilmediği yasakçı ve sansürcü baskıcı uygulamaların yapıldığı bir ülkede sanatın ve sanatçının gelişmesi mümkün değildir.
2- YASAL DÜZENLEMELER
Ne yazık ki Türkiye’de ben bu mesleği icra etmeğe başladığım günden bu yana ve benden öncesinde de olmak üzere ne sinemanın ne de tiyatronun bir “iş” yasası olabilmiştir. Berber dükkanı açmak için bile bir berberler federasyonu vardır çıraklık ve ustalık belgesi alamamış kimsenin eline ustura verilmez ama ne yazı ki tiyatro yada sinema yapmak için böyle bir şeye gerek yoktur çünkü yasayla düzenlenmiş bir yasası olmamış olduğundan her kes beklide usturadan daha keskin bir sanat olan ve bu keskinliği yüzünden sürekli baskı altında tutulan tiyatro sanatını serbestçe yapabilmektedir. İş kolu olarak ta zaten “torba” diye tanımladığımız bir torba iş kolunda olduğundan meslek örgütleri ve sendikalarda işlevsiz kalmaktadır. Neredeyse 20 000 kişinin çalıştığı bir endüstri haline dönüşmüş olan bu sektör yasası olmadığı ve tek başına bir iş kolu olarak ayrılamadığı içinde zor durumdadır. Böyle bir yasal düzenlemeye ihtiyaç duyulmaması bir ihmalden çok bilinçli bir tercih ve sanatın gelişmesinin önünü tıkamak sanat ve sanatçıyı her zaman devletin kontrolünde tutabilmek ve özgürleşmesine engel olmak içindir.
3- SANAT VE SANATÇI KAVRAMI
Estetik önceleri felsefenin bir dalıydı ama yüzyılın son çeyreğinde bilim olarak kabul edildi ve sanatta estetik biliminin alanına giren bir iştir. Sanat estetik nesnedir ve sanatçı da estetik nesne üreten kişidir. Estetik nesne olmayı belirleyen en önemli kurallardan biri de “öz biçim” dengesidir yani ne öz uğruna biçim nede biçim uğruna öz reddedilebilir. Özellikle de 1980 sonrasın da toplumsal değer yargılarının değişmesiyle sanatın içi boşaltılmaya salt görselliği ön plana çıkmış içi boş bir eğlence aracı haline dönüştürülme çabası vardır. Popüler kültür bir magazinleşme yaratmış sanat haberlerinden çok magazin haberleri. Sanatçının ürettiği şeylerden çok sanatçı diye lanse edilip marka yapılanların sosyal yaşamları kiminle evlendiği kiminle yaşadığı gibi şeylerle ön plana çıkmaya başladılar. Sanat ve sanatçı kavramının içi boşaltıldı.
3- SANAT EĞİTİMİ VE EĞİTİM SİSTEMİ
Sanat eğitimi ne yazık ki 1960 lı ve 70 li yıllarda bu kadar yaygın değildi. O nedenle bu mesleğe o zamanlarda başlayanların çok iyi bir eğitim hizmeti aldığı söylenemez. Bir devlet konservatuarı vardı oda 10 yada 20 kişi alır ondanda daha çok devlet tiyatrolarında çalışanların çocukları istifade ederdi. Zaten konservatuarda sanat camiasına sanatçı yetiştirmekten çok devlet tiyatrosuna “sanatçı” personel yetiştirmek içindi. 80 sonrasında ne olduysa neredeyse her fakültenin güzel sanatlar kürsüsü ve oyunculuk bölümleri açıldı. Konservatuar meslek okulu statüsünden çıkarılıp üniversite bünyesine alındı. Gençliğin sanata yönelimini keşfeden yetkililer daha çok insanın bu “eğitimi” almasını sağladılar belki ama sistem bilgi donanımı sağlamak bilgi edindirmek değil diploma edindirmek karşı taraf içinde diploma sahibi olmak amacı taşıdığından, diplomalı işsizler yetiştirmekten öte gidemedi. Belki ödenekli tiyatrolarda iş bulacaklar için diploma ya da akademik kariyer önemliydi ama sektörde durum öyle değildi. Yetenek ya da ilişkiler ön plandaydı. Hiçbir yapımcı yada yönetmen kendi işinde kullanmayı düşündüğü insan malzemesinin diploması yada kariyeriyle ilgilenmiyordu. Önemli olan yeteneğiydi çünkü bir yerlerde kendini oyuncu olarak kanıtlamış olması yetiyordu çünkü. O nedenle hep içimde uhdedir imkânım olup ta eğitim almak için yurt dışına gidemedim. Çünkü o tarihlerde kaliteli bir eğitim hizmeti alabilmek ancak bazı Avrupa ülkelerinde mümkündü. Örneğin kendi ülkemde bulamadığım bu imkanı Almanya’ya gidip Berlin Ansamblenin öğrencisi olarak kazanabilirdim. Bu tarzda bağımsız bir enstitü ne yazık ki Türkiye’de yoktu. Zaman zaman İstanbul Şehir Tiyatrolarının düzenlediği kurslar ve birde benimde yetiştiğim ve bir çok sanatçı yetiştiren Halkevleri vardı. Bu gün çok yaygın bir şekilde ve son derece denetimsiz özellikle de yasası olmadığı için bu alandaki örgütlerin ve kurumlarında önüne geçemediği sayıda son derece kalitesiz eğitim veren hatta kendi yanlışlarını başkalarına doğru gibi öğreten kurslar türemeye başladı.
4- DEVLETİN TİYATRO SANATINA ACIMASIZ REKABETİ
70 li yıllarda tiyatro altın dönemini yaşadı. Özellikle özel tiyatrolarda önemli bir artış gözlendi. O dönemde tiyatroların artmasıyla beraber yeni salonlarda yapılmaya başlandı ve salon sayısı da tiyatroya paralel olarak arttı. Daha çok oyun sergilendi ve bunlar birbirine rekabet halinde sürekli kaliteyi ve çıtayı yükseltiyorlar her yaptıkları sanat olayı öncekini aşarak yükseliş kaydediyordu. Toplumun algısı bu yende gelişme kaydediyor ve seyirci de hem niceliksel hem de niteliksel olarak artıyordu. Yine estetik bilimi estetik üretimiyle ilgili olarak izleyici estetik üretimine katılmıyorsa orada estetik üretiminden söz edilemez der. İzleyici estetik üretimine izleyerek, eleştirerek ve sorgulayarak katılır. O zamanda çok bilinçli bir tiyatro izleyicisi oluşmaya başlamıştı. O yıllarda özel tiyatrolar Devlet Tiyatrolarının biletlerinin ucuz olmasına karşın daha çok izleniyor, oyunları ve oyuncuları daha çok tanınıyor benimseniyor ve kabul görüyordu. Çok büyük bütçeli müzikaller geniş kadrolu oyunlar sahnelenmeye başlanmıştı. 80 sonrasında bu denge tersine döndü. 80 sonrasının getirdiği baskı ortamında “özel” tiyatro yapmak zorlaşınca (özel tiyatro ne demekse) yapanlarda astronomik salon kiralarını karşılayabilmek için bilet fiyatlarını belli bir seviyede tutmak zorundaydı. Bu dönemde ödenekli tiyatrolar çok ucuz olan bilet fiyatları ve devlet imkânlarını da kullanarak dengesiz bir rekabete başladılar. Bunun karşısında tiyatro yapımcıları yaptıkları işi daha az maliyete düşürmek adına az kadrolu ve düşük bütçeli işler yapmaya başladılar. Bu da sektörde bir çok oyuncunun işsiz kalması demekti. Bu durum özel tiyatro yapmayı zorlaştırdı. Tiyatroda kalite öncesine göre düşmeye ve amatörleşmeye başladı. Devlet tiyatro yapmaya soyunmuştu bir kere tiyatro ihtiyacını karşılayacaktı. Devletin tiyatrosu vardı ya.. Ayakta kalan tiyatroları da devlet yardımı adı altında ulufeye bağlayınca bir anlamda sorunu çözmüş oldu. Ben burada devlet tiyatrosu özel tiyatro meselesini tartışmayacağım çünkü bu ayrıca bir tartışma konusu ve burada gündeme getirerek uzatmak istemiyorum. Ama mutlaka tartışılmalı. Özellikle tiyatro gibi bir sanat devlet güdümünde olmalı mı?

1974 yılına kadar Türkiye’de bir üst yapı kurumu olan kültürün bakanlığı da yoktu başbakanlığa bağlı bir kültür müsteşarlığı bakıyordu bu işlere oda sanattan çok müzelerin bekçiliğini yapmak amaçlıyı. Çünkü devletin kültür ve sanat derdi olmadığı gibi böyle bir şeye ihtiyacı da yoktu. 1946 lara kadar halk evleri ve halk odaları vasıtasıyla köylere kadar kültürün taşınması köy enstitüleri gibi önemli kültürel kurumlar bile yıllarca baskı altında tutulmuş ve sonunda da kapanmıştı. Sanat topluma bilinç taşıyacağı ve yaşamı sebep sonuç ilişkileriyle sorgulayacağı için sakıncalıydı. 1974 yılından sonra bu günkü gibi Turizm bakanlığına eklenerek bir kültür bakanlığı kuruldu. Ama hiçbir zaman devletin kültür sanat diye bir derdi olmadığı gibi sanatın gelişmesinin üzerinde her zaman baskı ve sansür uygulandı. Bu işi sadece devletin ödenekli tiyatroları özgürce yapabilirdi. Elbette orada çalışan arkadaşlarımı da tenzih ediyor ve onların sorunlarını da paylaşıyorum. Özerk olması bağımsız olması gereken bu kurum her iktidarın ayrı ayrı baskısına muhatap oldu. Orada da bir çok gelişme yaşandı bu anlamda özerkliği ve bağımsızlığı için çabalar ve mücadeleler oldu ama devletin sahibi ve işvereni olduğu bir tiyatroda ne kadar özgür olunabilirse o kadar olabildiler. Devlet sonunda tiyatroyu yani yaygın deyimiyle (başka ülkelerde böyle bir deyim var mıdır?) yardıma muhtaç hale getirince anayasadaki devlet sanatı ve sanatçıyı korur maddesini de hatırlayarak yardıma bağladı. Devlet yardımı ise özel tiyatroları geliştirmekten çok bitirmeye yaradı. Yardımın dağılış biçimi yöntemi ne kadar doğruydu tartışılır. Ben daha öncesinde iki ayrı bakanla bu konuda görüştüklerimi bir mektupla üçüncü bir bakana anlattım. Olması gerekeni de orada ifade ettim. O mektuplarda bu bültenin ekindedir.
4- KÜLTÜR VE SANAT ÜZERİNDE SİYASAL BASKILAR
Kültür ve sanat üzerinde siyasal baskılar her dönemde artarak sürdü. Özellikle özel tiyatrolar üzerinde çok yoğun baskılar geliştirildi ve adeta işlerini yapmaları zorlaştırıldı hatta bazı durumlarda imkânsız hale getirildi. Aynı şey sinema içinde geçerli oldu. Bu ülkede yasaklanan onlarca oyun. Yasaklanan filmler hatta yakılan filmler oldu. Bazen oyunlar içerde seyirci varken bile yasaklanabiliyordu. Bizler bu süreçleri yaşadık. Neredeyse polis gözetiminde oyun sergiliyorduk. Salonda bazen izleyici kadar polis oluyordu. Önceleri teyp getirir oyunu teybe kaydederlerdi daha sonra kamera kullanmaya kadar vardırdılar bu işi. Kamera kullanılması seyirciyi de rahatsız eden ve adeta fişleyen bir durumdu. Bu nedenle de seyirci tiyatroya gelmekten ürker hale gelmişti. İzin almak gibi bir keyfiyet olduğundan bazen izin başvuruları reddediliyor gerekçe olarak ta polis vazife ve selahiyetler kanunu maddesi gösteriliyordu. Polis vazife ve selahiyetler kanununda yakın zamana kadar değişip değişmediğini bilmediğim son derece onur kırıcı bir madde vardı ve şöyle deniyordu. “bar pavyon genelev ve tiyatrolarda çalışanlar sufli işler yapmakta olduklarından bayanlarının çalışma karnesi taşıma zorunluluğu vardır” yani vesikadan söz ediyordu. Bu madde varken traji komik bir durum devlet tiyatroları vardı. Onlarında bayan oyuncuları vardı. Bununla ilgili en çok ta devlet tiyatrosu çalışanlarından bir tepki gelmeliydi ama 657 sayılı yasaya tabi olduklarından ve fikir beyan etmelerinin bile yasak olduğundan tepki göstermediler. Bu maddeye göre Devlet konservatuarlarının tiyatro bölümleri fahişe yetiştiriyordu. Ben polis çocuğuyum babam bu maddeyi iyi bildiğinden tiyatrocu olacağım dediğimde kaşlarını çatmış ve bana bizim sülalemizde pezevenk yok sen nereden çıktın demişti. Haklıydı da… Çünkü yasasında öyle yazıyor öyle tanımlanıyordu. Tiyatrocunun erkeği pezevenk kadını orospu olarak düşünülüyordu bir dönem ve biz bu süreçlerden geçerek Türkiye’de tiyatronun var olma mücadelesini verdik. Her türlü zora ve baskıya rağmen en küçük ilçelere hatta köylere kadar tiyatronun yaygınlaşmasına katkıda bulunduk.
5- FIRSAT EŞİTSİZLİĞİ
Başka alanlarda da olduğu gibi Tiyatro ve sinema alanında da ciddi bir fırsat eşitsizliği yaratılmıştı. Sanatla uğraşabilmek ya da sanatçı olabilmek imkânları geniş insanlara sunulmuş işçi memur ve dar gelirli ailelerin çocukları ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar onlara lüks sayılmıştı. Böylelikle de özellikle tiyatronun belli bir zümrenin eğlence aracı olması sağlanmıştı. Belki bu koşullar bu gün biraz değişti gibi görünse de pratikte yine muazzam bir fırsat eşitsizliği söz konusu.
6- KORSANLIK
Yasanın olmayışı yüzünden TODER gibi meslek örgütlerinin de mücadele edemediği yada önüne geçemediği bir korsanlık yıllardır sürmektedir. Korsan sadece CD ve Kitap konusunda yoktur. Tiyatronun korsanı oyuncunun korsanı yönetmenin korsanı hatta yapımcının bile korsanı vardır. Özellikle korsan tiyatroların durumu en vahimidir. Okullarda ödenekler kesilince okul müdürleri çareyi tiyatro düzenlemekte bulunca. Özellikle okulları arpalık çocukları banknot gibi gören bir takım bezirganlar üçer beşer kişilik teksti metni bile olmayan oyunlarla okullara gitmeye ve okul salonlarında oyunlar oynamaya başlamışlardır. Bunların içinde on tane gerçekten tiyatroyu bilerek ve bilinçli yapan varsa belki sadece İstanbul’da 300 çocuk tiyatrosu vardır. Bunu Milli Eğitimin izin verdiği okullar listesinde görebilirsiniz. Oyuncunun korsanı da şu şekilde doğmakta.. Yapımcılar özellikle son dönemlerde daralan bütçeler nedeniyle, ortalama 30 bin liradan 120 bin lirayı dört markaya verince, geriye bütçeden ayıracak para olmadığı için normal şartlarda sendikanın da tespit ettiği oyuncu ücreti olan asgari 1500 lirayı oyuncuya vermek yerine ajanslara hiçbir mesleki kuruluşa kayıtlı olmayan, amatör ya da bu işi yeni yapacak olan insanlara deneme filmi çekerek 300 liraya aynı işi yapacak adamlar aratmakta. Böylelikle de bir çok oyuncu iş bulamama nokrasına gelmektedir.
7- MARKALAŞMA VE METALAŞMA
1980 sonrasının değişen değer yargıları sanatı metalaştırdığından özellikle görsel medya kendi markalarını üretmekte ve yıllarını tiyatro ya da oyunculuk sanatına vermiş insanlar kendilerini ifade edecek alan bulamazken. Medyanın bir anda markalaştırıp star yaptığı mutlu azınlık çok iyi koşullarda çalıştığından kendileriyle aynı statüde olan ama markalaşmadığı için noname diye adlandırılan kesimi adeta aşağılamakta ve onların sorunlarına uzak durmaktadırlar. Oysaki isteseler kendilerinin de işlerini kolaylaştıracak ve kendi lehlerine olan sendikal mücadelenin içinde yer alır. Sinema sektöründeki ağır çalışma koşullarının iyileşmesi konusunda diğer çalışanlarla birlikte davranabilirler.
8- SOSYAL GÜVENCE SORUNU
Devlet genel anlamda da sosyal güvenlik sorununu tam olarak çözmüş olmadığından bu gün bir çok sanatçı sosyal güvenceden yoksundur. 1984 yılında çıkan bir yasayla sanatçılara geriye doğru borçlanma yoluyla emekli olmaları sağlandıysa da o zaman muhatap bir kurum olmadığından o yetki bir vakfa verilmiş. Oradan da o dönemde sanatçıların dışında kapıcısından büfecisine kadar bir çok insan istifade edebilmiş. Borçlanmayı yatıracak gücü olmayan sanatçılar istifade edememişlerdir. Bu günde oyuncunun sigortalı olabilmesi teknik olarak mümkün değil ayrıca statüsü bile netleşmiş değildir. Maliye bakanlığı mükellef sayıp bağkurlu olmasını istemekte çalışma bakanlığı işçi saymaktadır. İşveren açısından da çalıştığı gün sayısı yılda azami 60 yada 70 gün olan birini bir yıl çalışmış gibi göstermek mümkün değildir. Bu nedenle sosyal güvenlikten mahrum kalınmıştır. Yıllardır da tekrar bir yasanın çıkmasını beklemektedirler.
9- UNVAN GASPI VE MESLEK ÖRGÜTLERİ
Türk ceza kanununda unvan gaspı suçtur. Durup dururken ben mimarım diyemezsiniz. Doktorum diyemezsiniz. Ama sanatçıyım, oyuncuyum, yönetmenim vb unvanları serbestçe kullanabilirsiniz. Buda yasayla olacak bir şeydir ve bir yasal düzenleme zorunluluğu vardır. Yasası olduğunda meslek örgütlerine yetki verecek ve meslek örgütlerine kayıtlı olmayanların bu unvanları kullanmaması sağlanacak aksini yapanlara yasal yaptırım uygulanabilecektir.
10- ÇALIŞMA KOŞULLARI VE ZORLUKLARI
Bu gün setlerde 90 dakika dizi dayatması yüzünden zor şartlar altında 18 saati aşan sürelerle çalışılmaktadır. Çalışanlar 10 sayfayı bulan kölelik sözleşmeleriyle bağlanmakta. Ücretlerinin güvencesi olamamakta bazen çok uzun gecikmelerle alabilmektedirler. Çünkü Türkiye’de yukarıda da ifade ettiğim gibi çakma yapımcılar olduğundan iş bitiminde bazen şirketi yerinde bulamamak bile mümkündür. Belli başlı kurumlaşmış yapım şirketlerinin dışında kalanların bir çoğu taşerondur ve asıl işveren kanaldır. O yüzden kendi öz sermayeleri olmadığından alacaklarıyla çalışanların ücretlerini ödeyebileceklerinden kanallardan sanki mal alıp satar gibi çekle aldıklarından çok uzun zaman sonra ödeme yapabilmektedirler. Bu durumda bu alanda çalışan insanların mağduriyet sebebidir. Bütün bu sorunların çözümü yine yasal düzenlemelere bağlıdır. Yasal düzenlemeler ise tepeden inme yapılmamalı “her alana ilişkin politikayı o alanın çalışanı belirleyeceğinden” bu alandaki mesleki dernek ve sendikalarla işbirliği halinde yapılmalıdır. Yoksa tepeden inme yapıldığında çözüm yerine çözümsüzlük getirecektir. Ben bu ülkede bu koşullarla çalışmak ve mücadele etmekten yoruldum doğrusu çok fazla umudumda kalmadı. Gitmek istiyorum ama umarım bu yazdıklarımın bir kısmı hiç değilse dikkate alınırda benden sonra bu sektörde çalışanlar bu acıları çekmez bu “zulmü” yaşamazlar.
11- ARACI KURUMLAR VE AJANSLAR
Aracı kurumlar ve ajanslar konusunda da mutlaka bir düzenleme yapılmalı ve sektörde çalışan binlerce figüranla beraber yardımcı oyuncu ve oyuncularında hakları güvence altına alınmalı. Menajerlik yada ajans sistemi de meslek örgütlerinin denetiminde ve güvencesinde olabilmelidir.
12- DEĞER YARGILARININ DEĞİŞMESİ VE 80 DARBESİ
1980 darbesinin sanat üzerindeki olumsuz etkileri sayılamayacak kadar çoktur. Ben 1980 öncesinde kendime turne tiyatroculuğunu meslek edinmiştim. 1980 den sonra derneklerin kapanmasıyla işimi yapamaz hale geldim. Birisinin meslekten men edilmesi önemli bir cezadır ve bu ancak bir mahkeme kararıyla olabilir. Ama biz bir darbeyle mesleğimizden men edildik ve işimizi yapamaz hale geldik. Özellikle de bizim kuşağımız tiyatronun en şanssız kuşağıdır. Tam olgunlaşıp meyve vereceğimiz bir zamanda tepemize bir darbe yiyerek işimizi yapamaz hale geldik. Ben geldiğim bu noktaya ilişkin sadece AKP hükümetini sorumlu tutmuyorum 35 yıllık süreci anlatıyorum. Yani gelmiş geçmiş bütün yönetimlerden davacıyım. Özellikle de mesleğimi yapamaz hale geldiğim için cunta hükümetinden ve 12 eylül darbecilerinden. 12 eylül en çok sanata kültüre ve değer yargılarına yapılmış bir darbedir ve 12 eylülden sonra toplumsal değer yargıları tamamen değişmiş para yada şöhret genel değer olmuştur.
13- ANLAYIŞ DURUŞ VE ESTETİK KAYGISI
Eskiden en azından onurumuzu koruyorduk. Bir dünya görüşümüz bir sanat anlayışımız vardı ve buna uymayan işlerin içinde olmama lüksümüz vardı. Şimdi bu değişti artık sanatçı filan değiliz “ameleyiz” nerden çağırılırsa gidip oynayacak durumdayız çünkü yaşamımızı idame ettirmek asgari yaşam düzeyinde yaşayabilmek ve ayakta kalma mücadelesi vermek zorunda bırakıldık. İnsanın iki üretimi var biri teknoloji diğeri ideolojidir. Bizler ideolojik üretim yani düşünce üretimi yapan insanlarız o nedenle de hayata baktığımız bir penceremiz olmalı. 80 sonrasında gerek devlet yardımı yoluyla gerekse popüler kültürün tırmanışıyla bizim beyinlerimizi oydular onurlu yaşama hakkımızı da kullanamadık ve artık sanatı karın doyurma aracı olarak yapmaya yeteneğimizi satarak pazarlayarak ayakta durma kavgası vermeye başladık. Bu bile son derece onur kırıcı bir durumdur.
14- EKONOMİK KRİZLER VE HER FIRSATTA SANATA VURULAN DARBELER
Zaten sürekli bir kriz halinde olan kötü yönetilme sebebiyle bu güne kadar her krizde etkilenen ülkemizde böyle bir durumdan en çok etkilenen ve mağdur olan sanat olur. Hemen sanatla ilgili harcamalar durur yada kesilir. En basit örnekle bir domuz gribi olayında bile Sağlık bakanının yaptığı açıklamada “tiyatroya sinemaya gitmeyin” demesi bunun en çarpıcı örneğidir ama arkasından ekonomiye can verin ciklet alın diye de reklam yapmayı ihmal etmezler.
15- SALON SORUNU VE KÜLTÜREL ALTYAPI MESELESİ
Kültür ve sanat alt yapısı olsa kendiliğinden gelişebilecektir. Geçmiş medeniyetlerin Anadolu’nun her köşesinde bıraktığı 5000 – 10000 kişilik tiyatro harabelerine bakıp ta utanmak lazım mı diye düşünüyorum. Ne kadar büyük bir medeniyet yaşamış o yıllarda. Böyle bir talep böyle bir ihtiyaç varmış ki o kadar çok sayıda insanı alabilecek anfi tiyatrolar yapılabilmiş. Bu gün spora yapılan yatırımın onda biri kültüre sanata yapılabilse en küçük bir ilçede bir kapalı bir açık spor salonunun olduğu gibi en küçük ilçelerde bile bir tiyatro olabilse sanatta gelişecek sanatçıda yöreselden ulusala ulusaldan evrensele kendini ve sanatını taşıyabilecekti. Devlet kendi tekelinde tutmaya çalıştığı tiyatroculuk yapma sevdasından vaz geçebilse ve Devlet tiyatrolarını ulusal sanat kurumu adıyla özerkleştirebilse, tiyatronun önünden tiyatroyla bağdaşmayacak “devlet” kelimesini kaldırabilse. Her şeyi özelleştirdiği gibi tiyatroyu da (özeli olamayacağı için) özerkleştirse özel tiyatro ve devlet tiyatrosu ibareleri de tarihe gömülürdü. Tiyatrolara verdiği trilyonlarca ödeneği salon yapmakta kullansa alt yapı sorunu kendiliğinden çözülmüş olacaktı.
16- YAŞAMSAL ZORLUKLAR VE TELİF HAKLARI
Sanatçılar sosyal güvence yoksunlukları bir yana bu güne kadar telif haklarından da yoksun olduklarından yaşlandıklarında yaşamsal zorluklar içinde hatta bir çoğu huzur evlerinde yaşamlarını sonlandırmak yada yakın zamanda Yaman Tarcan örneğinde olduğu gibi bunalım sonucu yaşamına son vermek zorunda kalmış. Bir kısmı da zayıf irade sonucunda alkole teslim olup alkolik olmuşlardır. Bir an önce telif sorununun da çözüme kavuşması gerekmektedir. Demokratik açılım demokrasi tesis edildikten sonra mümkündür. Sanatçısı bile antidemokratik koşullarla boğuşan bir ülkede demokratik açılımdan söz edilemez. Ben kendi adıma umutlarımı yitirdim ve demokratik bir ülkede yaşamak istiyorum. Bu güne kadar kendi ülkemin demokratikleşmesi konusunda canhıraş mücadele etmiş ve buna ilişkin bir çok dönemde ekte yazdığım yazılarda belirttiğim biçimde mücadele ettim ve artık yoruldum. Bu ülkede yaşamak demiyorum ama bu ülkede ölmek istemiyorum. Dayatıldığı biçimde ya sev ya terk et dayatmasına uygun biçimde sevmediğimi ve terk edeceğimi söylüyorum. Buna da hakkım var sanıyorum. Zulüm altında yaşadım ve zulüm altında başka bir ülkeye iltica etme hakkımı kullanıyorum.
BUNLAR GENEL SEBEPLER BUNUN DIŞINDA BİZZAT YAŞADIĞIM ÖZEL SEBEPLERİMDE VAR…
DAHA ÖNCESİNDE YAZDIKLARIM
http://site.mynet.com/asoydan56/YAZILARIM/id4.htm