1 Nisan 2011 Cuma

İMAMIN ORDUSUNDAN ALINTILAR


kitaptan pasajlar:



- Aslında devletin ne irtica ile mücadelesinde bir süreklilik ne de her fırsatta ifade edilmesine karşın rejime karşı tehdit olarak görülen bu tehlikeyi yok etmek gibi bir derdi oldu bu ülkede. Kıvrıkoğlu’nun da altını çizdiği gibi İslamcılar palazlandıkça ordu tırpanlıyordu. Zaten 2000’li yıllara kendi iradeleriyle değil, devletin ihtiyaç duyduğunda tedavüle sokmak üzere verdiği izin ve destekle palazlanabilen İslamcılar ihtiyaç olmaktan çıktığı anda da hep budanarak hizaya sokuldu.

- Sol kadroların ordu içinde bile örgütlendiğini gören cuntacılar, daha 12 Eylül öncesinde kendi kurumlarında başlattıkları milliyetçi ve dinci düşüncelerin gelişmesi çabalarını darbe sonrasında devletin tüm kurumlarında ve ülkenin dört bir yanında hayata geçirdi. Din ve İslam’ın, sol sosyalist fikriyatın egemen olmasının engellenmesinin en önemli aracı olarak kullanılmasında elbette ki İslamcıların devlet tarafından kullanılmaya açık ve hazır olmaları gerçeği de vardı. Tarafların brbirlerini karşılıklı olarak kullanmasına dayalı dogmatik bir çıkar ilişkisiydi bu.

- Mehmet Kutlular [Nur Cemaatinin önemli isimlerinden, Yeni Asya gazetesinin sahibi] da yukarıda anılan röportajının diğer bölümlerinde de kendisi gibi Nurcu kökenli olan Fethullah Gülen’i devletin desteklediğini, Gülen’in de bunu ifade ettiğini, 28 Şubat sonrasında asker tarafından Refah Partisi’nin karşısına çıkarılmak istendiğini ve işi bitince de saldırdıklarını da söylüyordu.

- Said Nursi’nin fikirlerinin takipçisi olduğunu iddia etse de Gülen, Nursi’nin görüşlerini kendisine özgü bir tarzda yorumlayarak bugünkü politik gücüne ulaştı. Said-i Nursi’nin izinden giden Nur cemaatinin önemli birkaç liderinin arasında iken hükmettiği para miktarının bilinemez boyutlara ulaşması ve

devlet kadrolarındaki örgütlenmesiyle neredeyse tek adam pozisyona kadar ilerledi.

- Din-Politika-Para üçgeninde bir organizasyon olarak ABD’de çok fazla benzeri bulunan bu cemaat ya da şeffaf olmayan organizasyonu artık kendileri de dâhil olmak üzere herkes Fethullahçı diye anıyor.

- [12 Eylül sonrası] Fethullah Gülen hakkında aranıyor afişleri asılı olmasına rağmen darbecilere tam destek veriyordu. Sızıntı dergisinde askerleri öven başyazılar yazdı. Darbeden bir ay sonra yazdığı ‘Asker’ ile, daha sonra kaleme aldığı ‘Son Karakol’ başlığını taşıyan başyazılarda askerlerin ‘tepe’ bir varlık olduğunu söyleyerek, anadan doğma asker millet olduğumuzu belirtti. Gülen’e göre, asker tam zamanında yetişmeseydi, ‘Bütün millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı.’ Ve Gülen 12 Eylül’den günümüze kadar ‘ağlayarak’ vaazlarını sürdürdü...”

- [Fethullah Gülen'in yıllarca çok yakınında bulunan ve sonradan cemaatten ayrılan Nurettin Veren'in ifadelerinden alıntı] "1990 öncesinde bir gün Gülen beni odasına çağırdı, elinde 100 sayfalık kağıt ve dört beş tane teyp kaseti vardı. Bunları bana gösterdi. ‘Bak Nurettin Bey, bunlar sizin ve pek çok kimsenin telefon dinleme kasetleri ve raporları’ dedi. Aldım, baktım. Dinlenen telefonlar, başta benim, İlhan İşbilen’in ve kendisiyle beraber hareket eden bizim arkadaşlarımızın telefonlarıydı. Ben de kendisine ‘Bu dinlediklerinizin içinde ne gibi mahsurlu bir şey var ki... Bunu bize sorabilirsiniz. Fakat Müslümanlıkta, değil telefon dinlemek, birisinin penceresinden içeriye bakmak bile günahtır. Bunu siz anlatmıştınız’ dedim. Sözlerim üzerine Gülen, şu karşılığı verdi; ‘Ben sizin cüzdanlarınıza bile baktırırım. Bu benim hakkım.’ İşte Gülen, eskiden bu yana çok büyük bir istihbarat ağını kurmuştu. Fakat biz çok geç anlamıştık. Bu durumu İlhan İşbilen’e gidip, anlattım. Telefonlarımızı dinlettiğini söyledim. O da 35 senedir, Gülen’le beraber aynı binada, Altunizade’de ve Bornova’da kalan ilk arkadaşlardandır. Dedi ki ‘Odalarımıza bile dinleme cihazı konulmuş. Ben buldum’ dedi ve bunu bana gösterdi. Ben o zaman anladım ki, Fethullah Gülen korkunç bir istihbaratçı ve teşkilatçıydı."

- Gülen, tokadını yemese de dersini çıkardığı darbeye giden süreçten öğrendiklerini cemaatine de aktarıyordu. Fethullahçılar, ne komünistlerle ne de devletle çatışmayıp kan akıtmayacaktı. Çünkü nihai hedefe sadece dört bir yanda örgütlü bir eğitimle dini hassasiyeti kuvvetli, mütedeyyin kadrolar yetiştirerek de ulaşılabilirdi. Bunun yolunu açan da Turgut Özal oldu.

- AKP iktidarıyla birlikte yürütülen ve Türkiye’de bir derin devlet temizliği yapıldığına inanmamız istenen Ergenekon soruşturmalarının bugün itibarıyla geldiği nokta devletin bağırsak temizliğinden çok 28 Şubat’ın rövanşıdır aslında. İlginç olan ise bu rövanşist operasyon ve soruşturmaları yürütenlere yönelik Fethullahçılık suçlamaları yapılmasıdır. Konunun ilginçliği Fethullah Gülen’in 28 Şubat darbesinde takındığı tutumdan kaynaklanmaktadır. Çünkü 28 Şubat’a İslamcı kesimden destek verenlerin başında, kuşkusuz ki ABD menşeli ılımlı İslam’ın temsilcisi Fethullah Gülen Cemaati bulunuyordu.

- Yine Zaman gazetesi yazarlarından İsmail Ünal’ın, kendisiyle yaptığı söyleşi kitabında da Gülen, “28 Şubat, ülkenin daha iyi bir noktaya gelmesi adına Türkiye’de bazı süreçleri geciktirdi mi?” sorusunu, “Geciktirmedi; aksine hızlandırdı. Hatta 28 Şubat, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini de hızlandırdı” diye yanıtlıyordu.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Siz Kazandınız (Fazıl SAY) VE BENİM CEVABIM "KENDİNİZE İYİ BAKIN"


Siz kazandınız
lütfen siz kazanın
lütfen benimle uğraşmayın
ve ebediyen siz kazanın
...
Tamam ben giderim
uzak bir yere (gözden uzak)
(uzaya gidemem kızımdan da ayrılamam ama siz beni görmezsiniz merak etmeyin)
tamam
giderim..
...
Ben son 6 yıl içinde

2 büyük oratoryo
2 büyük senfonik eser
1 keman konçertosu
2 piyano konçertosu
5 solo piyano eseri
1 bale müziği
2 Bach uyarlaması
4 film müziği
1 tiyatro müziği

bestelemiş olsam da

HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN

Bu son 6 yılda
dünya üzeri 42 memlekette
326 şehirde konserler verdim
yaklaşık 700 konser

HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN

Bu 6 yılda toplumumuza
10 CD
2 DVD
12 NOTA sundum

HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN


anlıyorum
yaptıklarım mühim değil

hiç bir zaman "her görüşüme katılmalısınız" demedim
tartışmaya hep açıktım
hiç bir zaman hemfikir olmadığım insanlara saygısızlık yapmayı düşünmedim
ama siz yaptınız
adil değildiniz
bir fikir de ayrı düşünüyorduk siz kökünü kazımaya kalktınız her seferinde

ama hiç bir zaman kendi içsesimden vazgeçmedim
doğru bulduğum doğrumdu yanlış bulduğum yanlıştı
yanlışı ben yaptıysam da hatamı anladığım gün düzelttim

anladık
değersiziz
sizin değer anlayışınızı anlamadım ama ben değersizim o anlayışa göre onu anladım
...
İmkanı yoktur bazı kusurlarımı affetmenizin
affedicilik de değil
"kabul" etmenizin
"lütfetmenizin"
imkanı yoktur...

Zamanında hatalarım olmuş onları düzelttiysem
bu da doğru değildir

imkanı yoktur..

-Falanca arabeskçiyi kültür olarak görmüyorumdur
asla affetmezsiniz

-Aziz Nesin haklıdır derim bütün hayatıma sataşırsınız

-"Din sömürüsü aldı başını gitti" deriz
Ölüm fermanı vermediğiniz kalır

-Konuşmayız
"Konuşmaz o korkak" dersiniz

-Konuşuruz
"Konuşmak senin ne haddine işine bak sen" dersiniz

-Beethoven ,deriz
"Git Beethoven'ın ülkesinde yaşa" ,dersiniz

git
popülist
korkak
ne haddine
git

Hiç bir yolu yoktur...

Sizler facebook da 130 grup kurdunuz (Fazıl Say gitsin vs)
ekşi-sözlükte yazılar yazdınız
Google'ı doldurdunuz
Yahoo'da gruplaştınız
gazete haberlerinin altına yorumlar yazdınız
Almanya'da yılın müzisyeni seçildiğimin haberinin altına bile döşendiniz
hakaretlerinizle. ..

Her yerde sizler varsınız.
Ve
sizler ne yaptınız hayatta
bilmiyorum
sormuyorum
düşünmüyorum
nefret etmiyorum
saygısızlık yapmıyorum

ama siz bana yaptınız....

Siz yarattınız bana en ağır haksızlıkları yapan bir kültür bakanını
siz yarattınız
siz cesaretlendirdiniz marjinal köşe yazarlarını
siz pislik attınız
çamur attınız
hepsini siz yaptınız

içinizde mesleki kıskananlar da oldu
aranızda piyano çalanlar da oldu
çalmayanlar da

faşoları
dincileri
marjinalleri. ..
2.cumhuriyetçileri..
Avanak liberalleri. ..

Ben hiç birinize tek bir kelime kötü bir şey söylememişken...

Hepsini siz yaptınız...

Artık kazanın
kazanın ve bitsin...
Siz kazandınız..

Kazandınız ve bitsin..

Yeter ...

Benim gerçek dostlarım bu yazıyı niye yazdığımı, kimlere yazdığımı anlamıştır.

Fazıl Say

BENİM CEVABIM

ONLAR KAZANMADILAR SEVGİLİ FAZIL
ONLAR KAYBEDEN OLACAKLAR
TARİHİN ÇÖPLÜĞÜNE GÖMÜLECEKLER
AMA SEN ANILACAKSIN ESERLERİNLE
SEN GİDERİM DEDİN BEN GİTTİM
BELÇİKADAN YAZIYORUM BRÜKSELDEYİM
AVRUPA BİRLİĞİNİN MERKEZİNDE
UZAYA GİDERİM AMA KIZIMDAN AYRILAMAM DİYORDUNUZ
BİZİ ÇOK ÖNCE AYIRDILAR SEVDİKLERİMİZDEN
ÖYLE BİR LANET SARDILAR Kİ ÜSTÜMÜZE
ZATEN SAHİP ÇIKAMADIK SEVDİKLERİMZE
SEN YAPTIKLARINLA ÖĞÜNMEKTE HAKLISIN
SENİN GİBİ YETİŞMİŞ NİCE DEĞERLERİ ÖĞÜTTÜ BU ÜLKE
NE YAZIK Kİ...
YİNEDE SEN YAPABİLDİN
BİR ÇOĞUMUZ YAPAMADIK YAPMAK İSTEDİKLERİMİZİN ONDA BİRİNİ
35 YILIMI VERDİM SANAT ALANINA
TÜRKİYEYİ 80 LERE KADAR KARIŞ KARIŞ GEZDİM
TURNELER YAPTIM EN ÜCRA KASABALARDA
BAZAN KÖYLERDE KÖY KAHVESİNDE
BİRLEŞTİRİLMİŞ MASALARDAN YAPILMIŞ SAHNELERDE
BAZAN TRAKTÖR ROMÖRKLARI ÜZERİNDE
OYUNLAR SERGİLEDİK HER ŞEYE RAĞMEN
80 DEN SONRA DERNEKLERİN KAPANMASIYLA
ANADOLU YOLUDA KAPANDI BİZE
BİR ANLAMDA İŞİMİZDEN EDİLDİK
AMA YILMADIK YILAMYIZ DEDİK
ÜLKEMİZİ TERK ETMEYİ DÜŞÜNMEDİK
FAŞİST DİKTATÖRLÜKLER
MİLLİ CEPHE HÜKÜMETLERİYLE CEBELLEŞTİK
HER ŞEYE RAĞMEN İNSANA ULAŞMAYA
ONU AYDINLATMAYA BİLİNÇ TAŞIMAYA DEVAM ETTİK
AMA BU DEFA DURUM ÇOK FARKLI
YAŞAMA ŞANSI BIRAKMADILAR BİZE
ÇÜNKÜ ONLAR İÇİN SANAT SOYTARILIKTI
SOYTARILAR BAŞ TACI OLDULAR
KAHVALTI SOFRALARINA KOŞA KOŞA DOLDULAR
YALAKALIKTA DALKAVUKLUKTA YARIŞTILAR
ELBETE SENİ BENİ KALE ALMAZLAR
ELBETTE SANA İHTİYAÇLARI YOK
SANATIN İÇİNE TÜKÜRENLERİN
SENİN SANATINI ANLAYACAĞINI DÜŞÜNME BİLE
AMA KAZANMADILAR
KAZANAMAYACAKLAR
KAYBEDEN ONLAR OLACAK
SOKRATESE BALDIRAN ZEHRİNİ İÇİRENLERİN
KAYBETTİKLERİ GİBİ
NE DEMİŞTİ SOKRATES SON ARZUSUNU SORANLARA
"KENDİNİZE İYİ BAKIN"

GÜNAHKAR VE SUÇLU


Felsefenin ve edebiyatın başladığı yerde dünyaya gelmişti Sokrates. Homeros, insanını o topraklarda yaratmış Olympe başkaldırmıştı. Edebiyatın ve felsefenin coğrafyasında, çağının tanıkları da olmalıydı, gençleri baştan çıkaran, Tanrılara inanmayan.

Ksanthippe adlı huysuz bir kadının kocası üç oğul sahibi, Ksanthippe gibi zeki bir kadının kocası olması metresler edinmesine engel olmadı, oda insandı sonuçta. Çirkin görünümüne aldırmaz, giyim kuşamına hiç özen göstermez hatta Atina sokaklarında yalın ayak izler bırakmıştır. Nedendir bilinmez ama yaz kış ayakkabı giymediği söylenir.

En büyük zevki, sokaktan geçen insanları durdurup onlarla tartışmak, onlara bir şeyler anlatmaktı. Öğrencilerine sokakta ders anlatır en çokta erdem ve erdemli olmak üzerine konuşurdu. Yetmiş yıllık yaşamında herkese örnek olmuş, ahlaka önem vermiş hiç kimseye bir kötülük yaptığı görülmemiştir. Ksanthippe’yi aldatmasını kötülük olarak değerlendirmiyoruz elbette… Ve Ksanthippi’den korktuğu kadar korkmadı ölümden.

Zenginler, tüccarlar ve politikacılar ve her gün mantar gibi üreyen casuslar onu hiç sevmedi. Hatta yetenek yoksunu bazı şairlerde onun karşısında oldu ona ölümü açan yolu kolaylaştırdılar. Çünkü bu yalın ayak bilgi seven adam bu tüccarların, politikacıların, yeteneksiz şairlerin inandığı Tanrıya inanmıyordu. Öğrencilerine de hep kötü yolları gösteriyor, başka tanrılara inanması için nutuklar çekiyordu. E, sen misin bunu yapan, gençleri baştan çıkaran…

Suçlama; “ Sokrates, bir günahkâr ve suçludur. Yeraltında ve gökyüzünde neler olup bittiğini inceler. Kötüyü iyi diye gösterir. En önemlisi de başkalarını da kendisi gibi inanmaya teşvik eder.”

Suçlamanın özeti budur. Bu gün olduğu gibi M.Ö 400’lü yıllarda da durum aynıydı. Göstermelik duruşmalar, yalancı şahitler sonucunda cezası kesildi. Ölüm!

O ölümü beklerken, Ksanthippe yanına gelerek; “Ama kocacığım sen suçsuzsun. Boş yere öldürecekler seni.” dedi.

Sokrates, huysuz karısının solgun yüzüne bakarak; “suçlu yere öldürülseydim daha mı iyiydi?” dedi.

O gün bu gündür suçsuz insanlar öldürülmeye devam ediyor. Belki baldıran zehri içirmiyorlar, giyotine de göndermiyorlar ama öldürmeye devam ediyorlar. Sandalyeden itiyorlar, gaz bombalarıyla nefessiz bırakıyor, şarapnel parçaları paralıyor yürekleri, zindanların soğuk duvarları arasında ölüme terk ediyorlar…

Öğrencisi Kriton’un cezaevinden kaçırma teklifine bakın nasıl yanıt vermiştir. “ Yetmiş yıldır karşı çıkmadığım Atina yasaları şimdi beni ölüme mahkûm ettiyse kendimle çelişkiye düşerim. Savunmuş olduğum ahlak ilkelerine de ters düşerim.”

Öleceğini bildiği halde o muhteşem savunmasını yapmaktan geri kalmadı. Savunmasını yaparken de sözlerinin doğruluğuna dikkat etmelerini istedi. “Savunmanın görevi doğruyu söylemek, hâkimin kararı ise adaletli karar vermektir.” Bu sözleri gerçekten çok dikkat çekicidir Sokrates’in. Hatta günümüz savunmalarını ve hâkimlerin verdiği kararların ne kadar adil olduğunu düşündürüyor bize. Bu gün olduğu gibi o günde suçlamaları arkadan yapan, yalancı tanıkların geçerli olduğu, saçma sapan delillerin ortaya konduğu bir yargılama sistemi geçerlidir.

Sokrates, onu ölüme götüren şeyin aslında kötü şöhreti ve herkes gibi düşünmediği, herkesin inandığı şeylere inanmadığı için olduğunu bilir ve savunmasında ısrarla bunun üzerinde durur. Halk arasında bilge geçinen iş adamlarını, siyasetçileri şairleri bulur ve onlarla konuşur. Ve bu konuşmalar sonunda şu sonuca varır. “ Ben bu adamlardan daha bilgeyim. Ben hiç değilse bilmediğimi biliyorum, Onlar hiçbir şey bilmediklerinin farkında bile değiller.”

Bir anlamda, bilge geçinen bu adamların söyledikleri şeyleri herkesin söyleyebileceğini, yazdıkları şiirleri herkesin yazabileceğini gösterir Atina’lılara. Ve şiir yazanların bilgiyle değil ilhamla şiir yazdıklarını anlatır. “Şiir yazdıkları için kendini bilge sanan bu şairlerden ve siyasetçilerden daha bilge olduğumu anladım.”

Arayışı hiç bitmez bilge adamın. En son olarak da sanatkârlara gider. Çünkü sanatkârların kendisinden daha bilgili olduğuna inanmaktadır. “Ama yanılmışım bu sanatkârlarda şairlerin düştüğü yanılgıya düşmüşler. Sanatkâr oldukları için her şeyi biliyoruz yanılgısına kapılmışlardı. Sonunda Apollon’un sözüne geldim. Onlar gibi hem bilge hem de Cahil olmaktansa eskisi gibi kalmanın daha doğru olduğunu anladım.”

Ve onu suçlayan Meletos’a seslenir, “ Beni gençleri baştan çıkaran bir günahkâr olarak suçlayan Meletos’u asıl ben suçluyorum. Suçludur çünkü insanları sudan bahanelerle mahkemeye çıkarıp hiç anlamadığı, bilgi sahibi olmadığı konular hakkında bilgiliymiş gibi davranarak ciddi konuları alaya almıştır.”
Meletos; “Senin hiçbir tanrıya inanmadığını söylüyorum.”
Sokrates, “Hayret doğrusu. Bunu da nereden çıkarıyorsun? Sence herkes gibi ayın ve güneşin Tanrı olduğuna inanmıyor muyum?”
Meletos; “ Emin olun ki sayın hâkimler inanmıyor. Güneşin bir taş, ayınsa toprak olduğunu söylüyor.”

Ve Sokrates, ölüme giderken ölümün aslında bu çirkeflikten kurtuluş olduğunu yaşam dedikleri şeyin trajedilerine komikliklerine katlanmaktansa seve seve ölüme gitmek gerektiğini de anlatır. Ve ölüm karşısında iyi şeyler düşünmek gerektiğini iyi insanı ne bu dünyada ne de öbür dünya da hiçbir kötülüğün yenemeyeceğine inandığını söyler.

Arkasında hiç yazılı eser bırakmayan bu bilgi seven adamın iyi ki Platon adında bir öğrencisi vardı. Mahkemede yaptığı savunmaları günümüze ulaştırmayı başardı. Ve onun ne kadar cesur, ne kadar erdemli biri olduğunu gösterdi bize.

Ve bizim ülkemizde de Sokrates’lerimiz var elbette. İsmail Beşikçi hoca gibi bir çınar. Söylediği her şeyin yalan olduğuna inandırmaya çalıştılar bizi yıllardır. Ama Beşikçi hocamızda doğrularının sadece kendi doğruları olmadığını yaşamın realiteleri olduğunu anlattı ve anlatmaya devam edecek. . Güneşin bir taş, ayınsa toprak olduğunu söylüyor ve söyleyecek.

Bilge insanlarımıza Baldıran zehri içirmek için ne çok çabaladılar, sahte bilgeler, yalancı tanıklar… Çabalamaya da devam ediyorlar hala… Ve işte sırf bu yüzden; suçlu olarak yargılanıp ölmektense suçsuz yere ölüme gitmektir asıl olan.

12 Nisan 2010 Pazartesi

YURDUM İNSANI 6 MAYISTA SERGİLENMEYE BAŞLIYOR



YURDUM İNSANI
TEK KİŞİLİK GÖSTERİ

HAZIRLAYAN VE SUNAN ALİ RIZA SOYDAN
6 VE 9 MAYIS TARİHLERİNDE SAAT:20.00 DE SAZZN JAZZ DA BAŞLIYOR...

GİRİŞ TAM 5 EURO ÖĞRENCİ 3 EURO

Onu bazen duvara yazılmış eğri büğrü bir uyarı yazısında görüyoruz, bazen komik bir kartvizitte... Ya da olmadık bir kaza haberinde... Ne de olsa burası bir uçağın trenle çarpıştığı bir ülke...
Başka nerede insanlar tarlasına indiğini sandığı uzaylıları taşla kovalamıştır ki...?
Ya da yolda yürürken, intihar için balkondan atlayan bir insanın altında kalarak ölmüştür.
'Yurdum insanı', Türkiye'ye özgü bu tür tuhaflıklar için üretilmiş bir tanım...
Garip, ezik, komik, muzip, kızgın, cahil ama kurnaz, tanıdık bir adam bu...
Mizah dergilerinin vazgeçilmez konuğu...
Kah kendi oturacağı evin çimentosundan çalan bir müteahhit, kah film seyrederken perdedeki kahramana "Dikkat arkanda adam var" diye bağıran bir seyirci...
Türkiye'nin nasıl kurtulacağına dair günlerce anlatabileceği müthiş fikirleri var; ama evdeki gaz tüpünün kaçak yapıp yapmadığını çakmakla kontrol eder.
Gazozu dişiyle açar, sandalına 'Öztitanik' adı takar, sünnet halayında dolduruşa gelip etrafa kurşun saçar.
Kimi zaman kibirli orta sınıf seçkinlerinin küçümsemek için kullandığı bir tabir olsa da çoğu zaman, 'bizden biri'dir o...
Güleriz, kendi halimize...
Evet, biz de ödev yaparken kurşun kalemle karıştırmışızdır kulağımızı... Veya duyda elektrik var mı diye parmağımızla yoklamışızdır.
Bu yurdun insanıyızdır.
İşte bir kısmı tevatür, bir kısmı gerçek; haberler, söylentiler ve görüntülerle karşınızda 'Yurdum İnsanı':

ALKIŞLAR ÇILGIN TÜRKLERE:)

Kaza mahalinde elinde cep telefonuyla koşturup "112'nin numarasi neydiiiii?" diye bagıran sarışına,
Birbirlerine ana avrat küfür eden iki kişinin arasına girip ikisine de birer tokat atan ve "Analar kutsaldır, analara küfür etmeyin, o.çocuklari!!" diyen Karadenizli ağır abiye,
Annesine kızıp, buharlı ütünün içine işemeyi akıl eden! Annesini buram buram çiş kokularıyla iş yerine yollayan! Annesi; ancak arkadaşları ”acayip kokuyorsun” dediğinde işi çözen anneye ve çocuğuna,
Banyonun lambası yanmayınca elektrikler kesik zannedip yarım saat gelmesini bekleyen. Beklerken de canı sıkılmasın diye televizyon seyreden kişiye,
Ailecek televizyon izlerken üst komşu küçük oğlunu göndermiş. Çocuk, anneme ”X teyze, annem dedi ki, bari haberleri açsınlar da, biz de dinleyelim”. Biz de kırmadık, açtık. Ailecek çok iyi niyetli olduğumuzdan, televizyonları bozuk sandık. Yüksek sesten dolayı bize laf soktuklarını anlamamız çocuğun ikinci gelişinden sonra oldu. Bu olayı yaşayan aileye,
Lisedeki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenimiz AIDS’in açılımını yapıyor: (A)llaha (İ)syan eden (D)eyyusların (S)onu… diyen hocaya,birer alkış istiyorum:))

Ayrıca bunlarda birer tebrik hakediyor:
Acı Kaybımız:
3 ay önce ailemize katılan, "Necmi" ismini verdigimiz kaplumbağamız dün vefat etmiş. Aile arasında sade bir törenle evin arka bahçesine gömdük. Hayvancağız durduk yerde can verdiği için gidip, Necmi’yi aldığımız dükkanın sahibine sebebinin ne olabileceğini sorduğumuzda ”Abi onlar kış uykusuna yatar” cevabını almış bulunmaktayız. Hepimizin başı sağolsun. Bu vicdan azabıyla ben de çok yaşamam herhalde.
Annemin Maceraları:
Shrek’in fragmanlarını gösteren bir televizyon kanalında, el ele
tutuşmuş Shrek ve Fiona’yi gören annem, ‘Bunlar Süleyman ve Nazmiye Demirel çifti mi?’ diye sordu! Seçememiş gözleri o mesafeden.
Alfabe:
Ben de bu yıl okula başlayan torunum için kuvvetli bir moral alkışı istiyorum. Daha ikinci gün: ‘örrrtmenim, taa evden buraya tel çizmeye mi geldik, hep yumarlak mı yapcaz, harf felan öretmicen mi?’ deme cesaretini gösterdiği için,
Annem:
"Bu taraf bitti" diye CD’yi arkasına çeviren ve sonra da "CD çalar çalışmıyor!" diye feryat eden anneme alkış az geliyor!
Modem:
Yemek masamın üstünde duran modeme uzun uzun bakan anneanem "Bu ne?" diye sordu. Ben de kolay anlasın diye "Hani benim bilgisayarım var ya, onunla internete giriyorum. İşte internete girmek için o kutu zorunlu" diye uzun uzun açıkladım. Anneannem dinledi beni ve "Yani modem bu" dedi ve konu kapandi…
Yaz Okulu:
Bir alkış da annesine yaz okulunu kazandığı müjdesini veren üniversite ögrencisine gelsin. Bu yaratıcılıga şapka çıkarılır.
Beyin Göçü:
Tikky olduğu her halinden belli olan kızımız Beşiktaş-Taksim
midibüsünde yanındakı arkadaşına dert yanmaktadır. ”Şekerim dördüncü kez girdim ÖSS’ye, ama yine kazanamadım, gidicem sonunda Amerika’ya o olucak. Böyle böyle beyin göçü oluyor işteeaa!” Sen git, masrafları ben karşılıyorum.
Bir alkış da lisede edebiyat dersinde okuduğu şiir bitince sınıfa dönüp "Bu şiiri ünlü Alman yazar Goethe yazmıştır" diyen hocaya, "Niye, kağıt bulamamış mı?" cevabını veren arkadaşa gonderelim.
Düz Mantık:
Eğer bir sokakta yürüyorsanız ve camında ”Bu ev kiralıktır” yazılı bir evin yanından geçip birkaç adım sonra önüne geldiğiniz bir başka evin camında ”Bu da” yazısını görürseniz, bilin ki Trabzon’dasınız.
İngilizce Yazılısı:
Bir alkış da İngilizce sınavında "Nice …….." şeklindeki boşluğu
"Nice mutlu yıllara!" biçiminde dolduran, dahi mi yoksa aptal mı olduğunu henüz anlayamadığımız öğrencime istiyorum.
Bir alkış da lisede edebiyat kitabından bir metni tüm sınıfa sesli olarak okurken V. Hugo’ya "Beşinci Hugo" diyen arkadaşımıza gelsin.
Ne Zaman?
Kardeşim karne almıştı; fakat birçok zayıf notu vardı. Annem, babamla beni kenara çekip uyarıları sıralıyordu: "Sakın çocuğun moralini bozmayın, sakın kötü bir şey söylemeyin" uyarılar özellikle babama yönelikti: "Hele de sen, sakın çocuğun gururunu kırma". Babam daha fazla dayanamadı ve sordu: "Karne için ne zaman özür dileyeceğiz?"
Havale:
Bankada gişenin önünde işlemimin yapılmasını bekliyorum. Yanımdaki gişede işlem yaptıran yaşlı teyzeye, işlemini yapan kadın soruyor: "Parayı kim alacak teyze? Alıcısına ne yazalım?" Teyzem cevap veriyor: "Bu paranın hayrını görme inşallah yazalim" evladım.
Lamba:
Dün gece evime giderken yolun tenhalığından olsa gerek kırmızı ışıkta geçtim. Ardından yurdum polisine alkışı hak ettiricek anons: "Bacım o geçtiğin gece lambası değildi; çek sağa".
Hacim nedir?
Öğretmen bir arkadaşımdan naklen: 5. Sınıfların Fen Bilgisi sınavının 2. sorusu: "Hacim nedir? Bir örnek vererek açıklayınız". Öğrencimizden gelen cevap: "Hacdan gelenlere hacim denir. Örnek: Nasılsın hacim?".
ALKIŞLAR YURDUM İNSANINA

30 Mart 2010 Salı

CEHENNEMDEN KAÇIŞ VE İKİ ALÇAĞIN HİKAYESİ

Bu yazacağım kitabıma da koyacağım yazılarımdan biri… Türkiye’den ayrılmadan son bir hafta önce yaşadığım iki olay nasıl bir cehennemden kaçtığımın kanıtı oldu neredeyse…
Türkiye’de yıllardır egemenler sadece sistemi kendi soygun ve talan amaçlarına entegre etmekle kalmadılar, Uyguladıkları kültür politikalarıyla yaşama müdahale ederek her türlü dengeleri bozdukları gibi insan malzemesini de bozdular ve sistemlerine uygun insan modelini yaratmayı başardılar… Balık baştan kokar misali memleketi hırsızlar yönetirse insan malzemesi de bundan payını alacaktır elbette.
Zaten 12 eylül toplumsal değer yargılarını tümden değiştirmiş, 12 eylülden sonra yeni bir insan profili oluşmaya başlamıştı. Emperyalist gerici feodal yoz kültürün halk kültürünü kuşatması ve yok etmesi sonucunda insan daha da gerileyerek din faktörünün de etkisiyle alabildiğine yozlaşmış bilim ve sanattan uzaklaşmaya başlanmıştır.
Artık bu bilgiye bir tek tuşla ulaşılan zamanımızda inanç toplumunun ve fethullahçı ılımlı İslam modelinin kafası örümcek bağlamış hocaları bilim ve sanat insanından daha çok rağbet görür olmuş,estetik algı alabildiğine gerilemiş,Estetik değerler dibe vurmuş bulunmaktadır.
Bu kirlenme sağcısıyla solcusuyla toplumun bütün kesimlerini iliklerine kadar sarmış. Ortaya bencil,çıkarcı,iki yüzlü,riyakar bir insan malzemesi çıkmıştır.
Bilinç ve akıl yerini hurafe ve safsataya bırakmış adeta insan bilincine kilit vurulmuştur. Soytarıların sultan olduğu bir ülke haline gelen ülkemde ne yazık ki dalkavuklar yalakalar daha çok prim yapar hale gelmiştir.
Özgürleşme ancak demokrasiyle mümkün olabileceğinden, demokrasinin kırıntısının bile kalmadığı ama “açılımının” bol olduğu rejimin yavaş yavaş ve sessizce ılımlı İslam modeline kaydığı Türkiye’de insan beynine “din ve hurafe” kilidi vurulmuş ve vurulmaya da devam etmektedir.
Büyük Atatürk’ün gençliğe hitabesinde söylediği gibi memleketin bütün tersanelerine girilmiş, bütün kaleleri zapt edilmiş durumda ve müstevliler ve iktidar sahipleri kendi şahsi emellerini vurgun talan ve soygun düzenlerini ayakta tutmak için düşmanın siyasi emelleriyle birleştirmeye devam ediyorlar. Amerika’nın uşaklığını yaparak büyük Ortadoğu projesini hayata geçirmek için her türlü ihanet içindeyken millet fakru zaruretten bitap düşmüş durumdadır.
Ne yazık ki güçlü bir önderlik ve alternatifin olmayışı da insanların kuyunun içindeki kurbağalar gibi sistemle kavga etmek yerine kısır döngü içerisinde kafaları karışmış bir halde birbiriyle kavga eder hale getirmiştir. İşte buna yaşadığım iki örnek.. Bu örneklerdeki insanlarda kendilerinin Atatürkçü solcu demokrat hatta devrimci olarak ifade ediyorlar..
Ahmet Yirmibeş olayı;
Geçtiğimiz Haziran ayında ev sahibim “oğlum evlenecek evi boşaltmalısın” deyince evi boşaltmak zorunda kalmış eşyalarımı bir süre için bir depoya koymuştum. Depoyu da üç ay sonra boşaltmam gerekince eşyalarımı koyacak yer arayışına girdim. İ.U adında oyuncu olduğunu ifade eden biri Ömer Hayyam’da penceresi olmayan bodrum kat dükkan gibi bir yerde kalıyordu. Ona teklif ettim. Benden o mekana 250 lira kira 500 lira depozit istedi. Zaten 500 liram vardı. Ayrıca kendisinin de içinde olduğu kirası 250 lira olan bu mekana ben ev arkadaşı gibi geliyordum mantığıyla olsa olsa kirayı paylaşmam gerekirdi ki ben 250 lira vermeye de razıydım. 500 lirada depozit istedi ve işine gelirse diye de ilave etti. Ben evdeyken bir çok kez aman gel banyo yap üstünü değiştir diye ısrarla kendisini çağırıp evimi ona defalarca açmıştım. Hatta öyle ki sabah kalktığında açılmamış yeni çamaşırlar ve açılmamış yeni çorapları da başucunda bulmak kaydıyla. Depozitte isteyince vaz geçtim ve o hafta o parayı harçlık edip yedim. Bir hafta sonra tekrar elime 500 lira geçmişti depoyuda çok acle tahliye etmem için mal sahibi baskı yapıyordu. Kaba eşyalarımı ve beyaz eşyamıda satmıştım ama buna rağmen yine bir kamyonun alacağı kadar eşya vardı atmaya da kıyamıyordum. Yine teklif ettim kendisine bu defa çok uzatmadı ve kabul etti. Bende ertesi gün eşyalarımı oraya taşıdım. O mekanda zaten kendi üstünde değilmiş yan taraftaki benzer bir mekanda yaşayan İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarında fotoğrafçılık yapan AY’ye aitmiş sonra öğrendim. İ.U üç ay önce buraya taşındığından beri bir kuruş kira ödemediğinden (Ödeme gibi bir kültürü olmadığından ve asalak bir yaşam seçtiğinden) kirası birikince A.Y’de içinden çıkamayıp çaresiz kaldı. Bunca zamandır mal sahibine verebildikleri kira sadece benim verdiğim paradan ibaret olduğundan mal sahibi de benim bütün kontratı üstüme yapması ricalarıma kulaklarını haklı olarak tıkayarak A:Y adamla görüşmekten imtina edip adamın telefonlarına bile çıkmayınca sinirlenip hemen boşaltmamızı istedi. Bir üstüne üstlük adama kira dışında yüklü bir elektrik faturası da taktıklarından adam biraz da haklıydı. Neticede hemen boşaltmamızı istedi ve “evi” (yanı dükkanı) boşaltmaya karar verdik.
Bunun üzerine A.Y eşyaları kendi tarafına geçirmemi ve orada ben bir yer ayarlayana kadar muhafaza edebileceğini söyledi. Bende memnun oldum ve karyola yatak gibi şeyler sığmıyor diye orada terk ederek kalan eşyayı A.Y’nin oraya geçirdik. Eşyalarım güvendeydi ve bir parça rahatlamıştım. A.Y’ye borcumda yoktu. Ama eşyaların kendi evinde kaldığı süre için bir talepte bulunursa ödemeye de hazırdım. Ama böyle bir talepte de bulunmadı. Önceden kalan borcumda yoktu çünkü zaten topu topu bir ay kalmıştım ve yarısını ödemem gereken kirayı tam olarak ödemiş bir de alacaklı durumdaydım.
Bir süre sonra evine gittiğimde benim eşyalarımın bir çoğunu kullandığını gördüm ama sesimi çıkartmadım. Ne de olsa bana yardımcı olmuştu. Bunun bir diyeti olmalıydı. İki ay kadar sonra bir hanımla tanıştım ve evlenip Belçika’ya yerleşmem gündeme gelince eşyaları müstakbel eşimin İstanbul balo sokaktaki evine ve bir kısmını da dolapdere’deki dükkanına taşımak istedim. On gün kadar A.Y ye ulaşmaya çalıştım telefonunu açmıyordu. Hatta bir defasında evine gelmesini bekledim yağmur yağıyordu ve gecenin 23 üne kadar yağmurda iliklerime kadar ıslandım. İç çamaşırıma kadar su içinde kalmıştım üstelik geleceğini söylediği için o saate kadar bekleyerek son vapuru kaçırmış karşıya evlerinde kaldığım dostlarıma geçememiştim ve sokakta kalmıştım. O gece sabahladım.
Aradan iki hafta geçmişti 9 Şubat yaş günümdü o gün ulaştım ve oldu olacak yaş günüme de davet ettim belki görür de biraz olsun dürüst davranır diye ümid ettim. O akşam bütün nezaketiyle geldi Bana hediye bir de resim çerçevesi getirmişti. eşyalarımı alacağımı söyledim. Eve hırsız girmiş bir kısmını da almış deyince bir az midem bulandı. O gece A.Y ne yapıp edip eşimin telini almış kendisiyle özel bir şey görüşeceğini söyleyerek. Ertesi gün aramayınca eşim benim yanımdan aradı kendisini benimde duyacağım şekilde. (O bunu bilmiyor) birde utanmadan yanınızda değil değil mi diye soruyordu. Eşime benimle ilgili bir dolu dedikodu yaparak beni kendisine borçluymuşum gibi göstererek ve karalayarak beni eşimin gözünde yıpratmaya çalıştı. Ertesi gün eşyaları almaya eşimle birlikte gittik. Bu bir anlamda yüzleşme gibi oldu. Orda kendisine borcum olup olmadığını soruyorum yok diyor. Benden bir talebin var mı diyorum ona da yok diyor. Şerefsiz arkamdan olmadık şeyler konuşuyor yüzüme gelince sus pus oluyordu.
O gün karşılaştığım tablo hırsızın girdiği değil asıl hırsızlık ve talanı A Y’nin yaptığıydı. Ufo sobam salonda hala yanıyordu. Eşyalarımın çoğunu içinden işine yarayacak her şeyi aldıktan sonra bahçeye yağmurun çamurun içine bırakmıştı. Oradan kurtarabildiklerimizi kurtardık. Ufo salonda yanıyor göz göre göre buda senin malın al demiyordu. Oturur oturmaz hırsız sadece elektrik süpürgesini almış dedi ben ona çoktan razıydım ama gördüm ki para edecek hiçbir şey yoktu ortada. Bir de utanmadan eşime “ben kolilerini açmadım mahremidir” dedim diyordu. Açılmadık koli kalmamıştı oysa.
Suyun çamurun içine terkedilmiş olan yorganlarım nevresimlerim koltuk takımım yemek masası ve sandalyelerim giysilerimin bir çoğu kullanılmaz hale gelmişti.


KAYBOLAN EŞYALARIM (GASP EDİLEN YADA ÇALINAN DEMEK DAHA DOĞRU)

1. Elektrik süpürgesi
2. Ses sistemi 2artı 1
3. Şarjlı tornavida
4. Ufo ısıtıcı
5. Kitaplarımın bir kısmı (en yenileri 100 e yakın kitap)
6. Şark odası ot yastık ve minderleri
7. Sandık küp büyük süs şişe
8. yeni valiz (içi yeni giysilerle dolu)
9. Telsiz telefon
10. Çaycı
11. Kumandalar kablolar
12. Sarkıt ve separatürler
13. DVD filmler (200 den fazla DVD arşivi)
14. Nevresimler yorganlar
15. Masa takımı (altı adet sandalye)
16. Orta sehpası
17. Duble yatak ve karyola

KAYBOLAN (ÇALINAN) EŞYALARIMIN TOPLAM DEĞERİ 3.000 LİRADIR…



İKİNCİ OLAYDA S.K OLAYIDIR

SK benim en iyi dostum olarak bildiğim biriydi. En zor durumlarda derdimi paylaştığım derdine ortak olduğum, sırdaş, arkadaş bildiğim biriydi. Kendisi de öyle derdi hep. Mücadeleme destek verir. Yazılarımın altına olumlu yorumlar yapardı. Bana moral verir gibi davranırdı bende onun bu davranışını içten ve samimi bulurdum. İmkanlarım olmadı ama olsaydı da maddi manevi her şeyimi paylaşabileceğimi düşündüğüm biriydi. Benim hayatımı yaşadıklarımı çok fazla da bilmezdi çünkü ben hep sınırlı şeyler paylaşırdım kendisiyle.Bir
Buçuk yıldır tanışıyorduk. Serap’ın evinde bir yılbaşı toplantısında tanışmıştık. Hemen ertesi gün Serap bana MSN den S.K seni çok beğenmiş diye yazdı. Ben de teşekkür ederim dedim. Yok öyle değil “erkek” olarak beğenmiş dedi. Benim kadın olarak çok ilgimi çekecek biri değildi. Üç gün sonra MSN den ekledi ve konuşmaya başladık. Bu arada bana da gidip gelmeye başlamıştı. Ben sevgili olamayacağımızı görüp dost olmamızı istedim ve dost olduk. Yada ben öyle sandım. Hatta öyle ki her gelişmeyi her durumu onunla paylaşmaktan da çekinmedim. Sonradan anladım ki oda malzeme arıyormuş zaten çünkü her şeyi enine boyuna merak ediyor sorguluyordu. Daha sonra benden aldığı bu bilgileri bana karşı üstüne ilaveler yapıp kullanacağını düşünemedim.
Benim dostluğumu ve güvenimi kazanmıştı. Web sitesi çok amatörceydi. Yeni bir site yapabileceğimi söyledim ve bir buçuk ay emek vererek güzel bir site yaptım kendisine. Çok yoğun emek verdim ve müşteriye yapsam üç bin liradan aşağı yapmayacağım büyük bir site yaptım. Öyle bir site oldu ki 9189 dosya 61 klasörden oluşuyordu. Yani hiçbir profesyonel asgari 3000 liradan aşağı bunu eline almazdı.
Bu arada o da benimle sorunlarını ve sıkıntılarını paylaşıyordu. İşleri yolunda gitmiyordu krizden bir hayli etkilenmiş borç batağına düşmüştü. Elimden geldiğince destek olmaya çalışıyordum. Maddi olmasa da en azından manevi olarak sorunlarını dinliyor paylaşıyor ve yol göstermeye çalışıyordum. Evi boşaltmak zorunda kalınca bir gün kendiliğimden HP marka faks,scanner ve yazıcı vazifesi gören printerimi ambalajıyla kullanması için kendime bir düzen kurana kadar sende kalsın kullan diyerek emanet bıraktım. Aradan birkaç ay geçti. Hemen haftada iki üç gün görüşüyorduk. Yaşadığım zorlukları ve bunların nasıl üstesinden gelmeye gelmeye çalıştığımı nasıl direndiğimi görüyor ve beni takdir ediyor gibi görünüyordu.
Hayatımdaki bu değişikliği de (Evlenip Belçikaya yerleşme konusunu) ilk önce onunla paylaştım. Dostum hatta yakın dostum biliyorum ya…Önce inanmadı. Bende biraz abarttım. Çünkü o bizim diyalogumuzun nasıl geliştiğini bilemezdi. Bu kadar çabuk gelişmesini de kendince başka türlü yorumluyordu. Bende ona dilimin döndüğünce nasıl geliştiğini ve arkadaşımın benden bir beklentisinin olmadığını hatta üstüne fedakarlık yaptığın özveride bulunduğunu anlattım. O zaman çok iyi karşıladı: Benim için sevindiğini ifade etti. Eşim Brüksel’den İstanbul’a gelince de onu en iyi dostum diye tanıttım. Hemen ertesi gün balıkçı da bir araya geldik, oradan limon kafeye giderek orada da oturduk. Başka arkadaşlarda vardı. Uzun uzun sohbet ettik. Her şey gayet güzeldi. Bu sıralarda da dostum rolünü başarıyla oynamaya devam etti.
9 şubatta yaş günüme yani en özel günüme yakın dostum diye MSN den davet ettim. Etmeyebilirdim de öyle bir mecburiyetim yoktu paylaşmayabilirdim. Ama dedim ya en yakın dostum dediğim birini davet etmezsem olmazdı. Gelirim elbette misafir de getirebilir miyim dedi. Kimler gelecek dedim Ayşe hanım,Saffet bey bide Cafer dedi Ayşe ve Saffet beye itirazım yoktu ama Cafer denen adam benim asla yan yana duramayacağım geyik bir tipti istemeye istemeye tamam dedim. O akşam yaş günüme geldiler: Elimden geldiğince kendilerini en iyi şekilde ağırlamaya çalıştım. Elbette eşimin evinde toplandık ve elbette imkanlarım olmadığını yerleşik düzenim olmadığını kendiside biliyordu. O gece geç vakitlere kadar oturdular. Geç vakit her kes kalktı, S.K’lar kalktığında Cafer hala oturuyordu. Ona kalkalım demedi. Kapıya yöneldi. Arkasından çıkıp S.K nereye şu adamı da getirdiğin gibi götür diyecek oldum. Dinlemedi ve kapıyı kapatıp gitti. Cafer hala oturmaya devam ediyordu. On dakika kadar sonra eşim sigaramız bitti sigara al Cafer beyi de geçirirsin dedi. Cafer ayağa kalkıp bana sigara parası vermeye kalktı şok olmuş ve çok sinirlenmiştim. Hadi çıkalım senide geçireyim diyerek adamı alıp çıktım. Meğer daha öncede beni buz almaya gönderdiğinde eşime “ben bir kere orgazm olana kadar kadın on kere olur.” Gibi bir cümle kurmuş. Bu durumdan dolayı bu seviyesiz adamı getirdiği ve giderken toplamadığı sorumlu davranmadığı için Sabriye’ye çok kızmıştım.
Ertesi gün anlamadığım bir şey oldu. Üç gündür bana dostluktan paylaşmaktan bahseden övgüler düzen benim için sevindiğini söyleyen kadın birden değişti. Bana MSN den vizemin ne olduğunu sordu. Ben de “bilmiyorum” yanıtını verdim gerçektende bilmiyordum. Bunun üzerine ne o bir şey yazdı nede ben zaten msn başında değildim evde yapılacak işler ve hazırlıklar vardı ve telaşlıydım. Ayrıca tırnaklarımı çok derin kestiğimden klavyeye dokunamıyordum da. Arkasından aynı günün akşamı bana hiçte hak etmediğim şöyle şekilde şöyle bişiler yazdı;
“Hava yapıyorsun sen çok değiştin başkasının imkanlarıyla bunları yapan kendi imkanlarıyla kim bilir neler yapar. Unutma ki çarparak çıktığın kapıları bir gün tekrar açmak istersin.Ben böyle dost istemem.” Bunu okuyunca şok olmuştum. Ne olduğunu anlamaya çalıştım yazışmaları kaydediyordum eşimle öncekilerden başlayarak defalarca okuduk ama nerden çıktığını bulamadık.Ertesi gün bir sergi açılışına çağırdılar. Eşimle birlikte gittik. Orada radikal solcu geçinen kendini bi mok sayan bir bayan daha vardı.
Galiba o bayan bir takım dedikodular yapmış olacak ki ertesi gün yine bana msn den (ki eşimde yanımda oluyor ve okuyordu yazılanları) Jigololuk yaptığını eşin duysun istermisin,gidip troyaya sorsun diye abuk subuk bişiler yazdı. Ben hemen olayı anladım. Rumeli handa Troya estetik enstitüsü çalışmasını başlattığım zaman orasını bana üstümde kendilerini devrimci örgüt sayan aşağılık hiçbir üretimleri olmayan asalak birilerinden almıştım. Daha doğrusu bana orasını tahsis ettirenler Çanakkale cezaevinde onların ağabeyleri yiğit insanlardı. Orayı aldığımda iki kamyon moloz vardı ellerimle orasını saray gibi yaptım ve orada dersler verdim. Bu kendisini devrimci sayan asalaklar kültürden sanattan nasiplerini alamadıkları için projenin değerini de bilemedikleri gibi sabote etmeye ve öğrencilerimi rahatsız etmeye onlara kafa kol çekmeye başladılar. O zamanlar beni destekleyen ve katkıda bulunan F adlı bayanı da taciz ederek olaydan soğuttular. Bende bir süre sonra orasını tek etmek zorunda kaldım. İşte o gün yanlarında olan o kendisini devrimci sanan adını bilmediğim kadında onlara yakın olduğunu söyleyen biriydi. Neyin ne olduğunu bilmeden sanırım orada böyle bir takı dedikodular yapılmıştı. Zaten bunlardan da o beklenirdi. İşsiz güçsüz amaçsız ve boş olduklarından işleri güçleri kendi mekanlarında dedikodu yapmak devrimcicilik oynamak olduğundan normalde karşıladım.
Önce olayları Saffete anlattım sonra S.K ile konuşmayı dendim. Aynı tavrı sürdürdüğünü görünce de vaz geçtim.
Ertesi gün eşimi yanına çağırarak benimle ilgili ağza alınmayacak dedikodular yapmış benim jigolo olduğumdan kadın parası yediğimden tutunda kendisiyle dört aylık ilişkim oluşuna ve hatta penisimin sertleşmediğine kadar alabildiğine çirkin şeyler anlatmış ve ondan sonraki üç gün içinde de anlatmaya devam etmişti.Bizim aramızı bozmak için benim kendisiyle paylaştığım anlattığım şeyleri bile ekleyerek bire beş katarak anlatmış üzerine yorumlarını ekleyerek anlatmış çay çorba ısmarladığından yol parası verdiğine kadar olabildiğince çirkinleşerek anlatmadığı söylemediği şey kalmamış hatta o kadar ileri gitmiş ki “sen bunu neden Belçika’ya götürüyorsun senin başına bela olur götüreceksen Saffet’i götür melek gibi adamdır” a kadar çirkin ve kirli olan ne kadar davranış varsa yapmıştır.
Bir insan bunu niye yapar anlamış değilim. Ama demek ki dost olmak o kadar kolay bir şey değilmiş. İnsanların gerçek yüzleri böyle bir zamanda ortaya çıkıyormuş demek ki…
Sonrada bana maille aşağıdaki gönderileri gönderdi yazdıklarımı ve benim cevabımı buraya aktarıyorum…

Günaydın...

İnsan olmakla olmamak arasında gidip gelen enstantaneler...Nereye kadar? Bu vesvese sağanağı? Bu şüphe bombardımanı? Ölmeler cürüm..Gülmeler yarım..ağlamalar haram..vs..
Sığınak ve denge unsurlarında görünen flu resimlerden ibaret yaşam senaryoları..Gerçekle yalan arasında gidip gelmekten bitap düşmüş insanlar yağmuru..Doğrulara mı kıymalı yaşamak için, yoksa insancıl olabilme gayretlerine mi?.. Hangisini yitirmeli?.. Sabırsızca söylenmiş yalanları dindirmek için.. Köklerini yangınların beslediği, hayvanların bile yapmaya cesaret edemediği yanlışların neresindeyiz?... Dibinde mi? Ortasında mı? Yok sa yüzeyinde mi?... Neresinde olursak olalım o yangın bizi bitirmeyecek mi? vs.....

Bir yıl boyunca uğrayıp,sıcak çorbasını içtiğin,sigara yol parasını denkleştirdiğin birinin,kısa sürede sürse yaşadığı en özelini bir başkasına anlatıyorsa zaten bunun adı ne dostluktur ne de arkadaşlık...
Site yapmışsın,yazıcı vermişsin emanet,taşınmaya yardım da etmişsin..Sağol.
Bunları söylersen,bende bir yıldır ya benim verdiklerim demem gerekir değil mi? ama demiyeceğim..
Yazıcını ve akvaryumunu salı günü gelip alabilirsin..(çıkarıp,bir eskisini taktırmam gerekli ve de seninkileri toparlayıp kolisine koymalıyım)
Nilgün hanım,başkalarının söylediğinden etkilenmiyecek kadar akıllı bir kadın,ben onun insanı,kendisinden tanıyacağını ve kararlarını o yönde vereceğinden eminim.
Bir başkalarına söylediğin gibi seni kıskanmak içinde bir neden göremiyorum açıkçası.Bir çok insanın arkandan söylediği şeyleri,alkollüyken yazdığım için üzüldüm gerçekten,şık durmadı,en azından bana yakışmadı..

Yine de,bizleri üzen her ne yaşandıysa kendi adıma özür diliyorum..
Nilgün'e bugün Fatma teyzeye gidebileceğimizi söylemiştim.O yönde bir kararınız olursa,sözümü tutabilirim.
Hayat bu,insaların ne zaman ve ne şekilde karşılaşacağı hiç belli olmuyor.

Her şeye rağmen sana yaşamında başarı ve huzur getirmesini diliyorum.

Hoşçakal..

S.K

S.K (BEN)

Bu söyledikleriniz ve yaptıklarınızdan sonra benim sizinle paylaşacak bir bitim bile kalmadı.
Ve ben sizi hayatımdan sonsuza kadar kazıdım. Hala çayın çorbanın hesabına takılmışsnız,
benim size kattıklarımın farkında bile değilsiniz. Çünkü sizinle değer yargılarımz farklı..
Benim için hayat emek eksenlidir ve emek paradan daha değerlidir.

Dedikoduya gelince.. Siz kim oluyorsunuz da beni bir yıllık tanı(yama) mışlığınzla değerlendirmeye
sorgulamaya hatta yargılamaya çalışıyor bunu kendinizce "devrimci görev" ediniyor,
üstüne üstlük hükme varıyorsunuz..

Siz kimsiniz ki benim yaşamımın içine bu kadar girebiliyor. Benimle ilgili özel yaşamımla
ilgili gerekli gereksiz yorumlarda bulunuyorsunuz.. Bana ulaşmış benim bir süre için yanılmış
olsam da dostluğumu kazanmış olmanız bile bunun için yeterli neden değildir.

Ben bu güne kadar yaşadıklarımla kendimden sorumluyum kimseye verilmeyecek bir hesabımda yok..
Hesabı olanında yüreği yetiyorsa hesabını benimle görmesini sağda solda dedikodu etmemesini öneririm.
Benim yaşadıklarım beni ilgilendirir.. Zaten yaşamımda karanlık kalmış bir şey bırakmayacağım hepsini
yaşadığım gördüğüm bütün kahpelikleri bütün alçaklıkları mutlaka yazıya dökeceğim bundan senin değil hiç kimsenin, özellikle de senin ve senin gibi “çakma devrimci”lerin kuşkusu olmasın..

Hesapsa hesap ortada ben size bir hesap çıkarttım. Siz de çay çorba yol parası hesabınızı çıkarın.
Bana yazın kaç kuruşunuz geçtiyse öderim. Başkasının imkanlarıyla da değil. Bir kaç ay içinde kendi imkanlarımla.
Ama sizin hesabınız benim hesabımdan küçükse o takdirde emeğin en yüce değer olduğunu savunan sizden emeğimin karşılığını ödemenizi beklerim.

Yine dedikodu meselesine gelelim. Hakkımda dedikodu yapanlarla bu güne kadar oturup dedikodumu yapmış ve bunu son bir haftaya kadar benden saklamış bana malzeme olarak kullanmış sonrada örgütlü bir şekilde beni yıpratacak ve gözden düşürecek (aklınızca) ipe sapa gelmez yalan yanlış ne varsa ortaya dökmüş olmakla en büyük dedikodu kazanını siz kaynatmış oldunuz. Hem de hiç gereği yokken aniden ve birden bire...

Mesele neymiş anlamadım bile. Ben size sorduğunuz sorunun karşılığında bilmiyorum cevabı vermiş ve bir daha yazamamışım. İnsanların sorunlarını koşullarını bilmeden hemen bir fikre kapılıp son derece çirkin bir şeklide cevabı "bilmiyorum" olan sorunun ardından en olmadık şeyleri yazdınız. Yok hava atmak kapıları çarpmak vb.
Aman sıkı kapatın o kapıları ve lütfen bir daha görüşmeyelim mümkünse.

Benim cücelere ayıracak ne zamanım nede enerjim var. Bu nedenle bu saatten sonra size faşistlere aldığım tavrı alıyorum..
Dostça davranmadığınız için bende artık sizi dost sayamıyorum. Sakın bunu istemeyin benden.. Ben o şansı size son kez verdim resim sergisinde.. Denedim.. Olmadı... Faksınız duruyor.Ben koskocaman ve değerli bir insanı müşterek tanıdığımız olarak aracı yaptım.. Oda belki hayatında sadece bana yapacağı bir şeyi yaptı onu bile incittiniz..

Yapınız hesabınızı lütfen aramızda maddi hesap kalmasın.. Manevi olarak ta ben bu dosyayı hep açık tutacağım.
Tarih bunun cevabını yüzünüze bir tokat gibi vuracaktır. Sizinle hiç bir şekilde yüz yüze gelmeyeceğim.
Sizde isterseniz aynı şekilde Saffet beyle bana emanetimi (verirken öyle demiştim emanetti) gönderirsiniz bir şekilde.Yada kalsın çokta önemli değil ben neler kaybettim bu zamana kadar zaten bana verdiğiniz manevi zararın yanında lafı bile olmaz.

Ben hala çayın çorbanın hesabını yapacak kadar basit biriyle ne dost olur nede görüşürüm.

Benim için S.K diye biri yaşamıyor..

Bitmiştir...


Sayın Ali Rıza Soydan.(S.K YAZIYOR)

Bir kere,Atatürk'çüyüm deyip,sırlar dünyasında imam rolünü oynayan, ekonomik nedenlerle bayanlarla olan ve evlilik yapan birisinin, hiçbir şekilde devrimcilik ve namusla ilgili, konuşma hakkına sahip olmadığını,hatta devrimcilik sözcüğünü ağzına alıp kirletmemesi gerektiğini sanırım sen benden iyi biliyorsun?

Onun için senin söylediklerinin benim gözümde hiç bir önemi yok.

Sende,bende,O çok değerli dediğin insanlar da hepimiz çok iyi biliyoruz kimin ve kendimizin ne olduğunu?

Yaptığını tasvip etmesem ,de,Cafer bey bilmeden zülfü yare dokunmuş?

Sanırım en büyük sorunumuz aynayı önce kendimize tutmamız gerekirken,karşımızdakine tutmamız..

Benimle bir meselen varsa,araya kimseleri koymadan kendin çözerdin..

Seni her zaman kayıplar arasında gördüğüm içinde,,kaybetme gibi bir kaygım hiç olmadı.

Sen iyilik yaptıysan ben fazlasıyla yaptım.

Dediğin gibide bu işyeri bana eski eşimden de kalmadı,ne yaptıysam kendi emeğimle yaptım kimseye boyun eğmeden..

Bilmem sana söyledim mi hiç?karşı cins sevgisini onda bitirdiğim insanın,Talat'ın(Kıbrıs) halkla ilişkiler danışmanı ve de yeğenimin Dış bir ülkede büyükelçi olduğunu, en yapılmaz denilenkızımın tayinini Ankara'dan nasıl yaptırabidiğimi?

Yıllar önce Belçika'daki arkadaşım için,aynı ülkenin ateşeliklerini ayağa kaldırdığımı?

Onun için sınırlarını daha fazla zorlama dilersen?

BENİM CEVABIM

Sakın devrimcilikten bahsetme...
Sakın benim devrimciliğime de laf etme..
Terbiyesizliğini daha ileri götürdüğün takdirde sonuçlarına katlanamayacağın durumların ortaya çıkacağını sana hatırlatırım..
Sen adi bir şantajcıdan dedikoducudan başka bir şey değilsin... Seni bir paçavra gibi çıkarttım hayatımdan zaten bütün bunları yazacağım yazılarımda da anlatacağım ki senin gibi birinin devrimcilerin arasında olmasını ve o alanı kirletmesini istemiyorum...kısa sürede senin kişiliğini çözmenin sevincini de yaşıyorum.
Sana kim olduğunu ve nasıl haddini bilmen gerektiğini mutlaka hatırlatacağım.
Sana cevap bile vermek istemiyordum asla muhatap olmayacaktım hayatımdan sonsuza kadar kazımıştım ama hala "pislik" yapıyor olman karşısında bunları yazmak zorunda hissettim kendimi.
Sen beş para etmez bir şarlatandan başka bir şey değilsin.
Haddini bil daha fazla densizlik etme haddini her şekilde bildirmesini de biliriz....
Sana anlayacağın dille de konuşmasını biliriz...
Son olarak seni çok iyi anlatan bir şiirle bitireceğim yazımı ve bir daha senden tek kelime duymak istemiyorum..
Ben ne yapmışsam yapmışım sen kimsenin yargıcı yada avukatı değilsin her kes kendinden sorumlu ve benimde sorumlu olduğum yerler var onlar dışında kimseye hesap vermek gibi bir lüksümde yok hele ki senin gibi kişiliksiz karaktersiz adi bir şantajcıya verilecek söylenecek sözüm yok benim...
Senin dosyanı da kapatmış değilim bu söylediklerine ve yaptıklarına pişman olacaksın ya da pişman edeceğim..
Böyle olmasını istemezdim ama sen çizmeyi aştın...
Bu benim asla istediğim bir sonuç değildi ben insanlara seni en iyi dostum diye tanıştırdım öyle de bildim ama demek ki dost diye bir yılana sarılmışım.. Sonunda zehirli iğrenç dişlerini gösterdi...
Hesabı sorulmayacak sanma.. Sende elinden geleni ardına koyma benim kimseden yada hiç bir şeyden korkum olmadığını da en iyi bilirsin...

ULAN DENSİZ, ULAN ŞEREFSİZ DİYELİM Kİ BEN BU SÖYLEDİĞİN VE YAZDIĞIN GİBİ BİR ADAMIM
DEMEZLERMİ ADAMA BİR YILDIR BU ADAMLA İLİŞKİNİ NİYE SÜRDÜRDÜN DİYE YENİ Mİ UYANDIN ALÇAK..
DERDİN NE SENİN Kİ BİRDEN BİRE VE ANİDEN BENİ KARŞINA ALDIN.
KARŞINA ALDINSADA SONUÇLARINA SONUNA KADAR KATLANIRSIN...

Senin durumunu Hasan İzzettin Dinamo'nun şiiri çok iyi anlatıyor..

İNSANIN KAHPESİ
(BUNDAN BAŞKA BİR TANIM SANA UYMUYOR)

İnsanın kahpesi,

Ne arslana, ne kaplana benzer.

İnsanoğlunun kahpesi,

İlk bakışta sana bana benzer.

İnsanoğlunun kahpesi,

Arslandan, kaplandan yırtıcı.

İnsanoğlunun kahpesi,

Her yanda haklı, her işte haklı,

Hem de gürültücü, patırtıcı.

Onca sıfırdır

Doğanın her güzel yarattığı,

Ya da sanatçının her güzel dediği,

Dana beynini beğenmez

İnsan beynidir yediği.


Sabrımızı yer kıtır kıtır

çerez yerine.

Cellattan bile daha kaygusuzdur

Namuslu insanın üzüntülerine...

HASAN İZZETTİN DİNAMO

BUNUN ÜZERİNE BİRDAHADA YAZMADI…
AKILLI KADINMIŞ….

8 Ocak 2010 Cuma

TÜRKİYEDE SANATÇI OLMAK

İtü sözlük bakın Türkiye’de sanatçı olmayı nasıl tanımlamış

türkiye de sanatçı olmak
1. kimlerdir?;su götürmez bir gerçek olarak kendini böyle tanıtan herkes
ne iş yaparlar?;"durgun suya taş atmak"eylemini gerçekleştirirler,hem de sektirmeli,cuplatmalı,kaydırmalı her türlüsünden
yaptıkları işi nasıl tanımlarlar?;"suya yazı yazmak" gibi bizim işimiz,ehe öhö.. gibi kıvrım kıvrım kıvranıp ağızlarını büke büke

not: bu giride bana su yardımcı olmuştur kalan son bir kaşık suda boğmak için kullanılacaktır
(abece, 23.07.2006 23:12 ~ 23:19)
2. ortalıktaki magazin sanatçılar yani sanat katlediciler yüzünden; belki de ingiltere'de ya da amerika'da doğsa bütün dünyanın tanıyıp saygı duyacağı, önemli insanlar arasında gireceği ihtimali olan gerçek sanatçıların kenarda köşede sefalet içinde öldüğünü gördüğümüz sanatçılıktır.
(hell guardian, 16.08.2006 00:11 ~ 00:11)
3. sanatçı olmak için güzel bir ses gerekir, fakat türkiye'de sanatçı olmak için güzel bir sese gerek yoktur. gerekenler güzel bir vücut, güzel kıyafet ve bol para dır.
(bonjurkes, 16.08.2006 00:25 ~ 02:32)
4. nitelikli ve aydınlatıcı eserler üretebilmektir sanatçı olmak.ne güzel bir fiziğe, ne de güzel bir sese gerek duyar sanatçı...
toplumdan kendisini soyutlamayan, insanlara karşı taşıdığı sorumluluğun farkında olan ve gerektiğinde kötü gidişata karşı tavır alan bilgi sahibi, aydın insanlardır sanatçılar.maddiyata ve populizme önem vermeyip eserlerini maneviyatla temellendiren topluma yararlı insanlardır.insanları yozlaşmaya değil, akıl yolu ile ileri seviyelere taşımayı hedeflemiştir.

ne yazıktır ki, ülkemizde tamamen farklı bir anlamı vardır "sanatçı"nın. televizyona çıkan ya da şarkı söyleyebilen herkes sanatçıdır bizler için. petek dinçöz'ün kendisine sanatçı diye hitab ettiği bir ülkede sanattan bahsediyoruz ve hatta büyük çoğunluğumuz bu tip insanların sanatçı olduğuna yürekten inanıyoruz. belli ki hiçbirimiz bu kültürel yozlaşmadan rahatsız olmuyoruz.bir çoğu düzgün konuşmayı bile beceremezken bizler onlar için "ne büyük insan, çok değerli bir sanatçı" diyebiliyoruz.

türkiye de sanatçı kimdir diye soracak olursam sokaktaki bir çok insan için cevap çok basit nihat doğan, mehmet ali erbil.....vs.
yukarıda yazmış olduğum tanıma göre soruyorum lütfen eliniz vicdanınızda yanıtlayın
türkiye'de, sanatçı dediğiniz insanlardan hangileri bizim yararımıza bir iş yapıyor?? kaçının sosyal problemler konusunda toplum bilinci oluşturmaya yönelik çabası oluyor?? hangileri samimi, hangileri yol gösteriyor.gereksiz programına konuk ettiği insanları reyting uğruna kavga ettiren mi ? yoksa altı yaşındaki bir çocuğun zekası ile yazılabilecek şarkıyı söyleyen mi?

asıl sorun bizlerin de samimi olmayıp, yanlış insanlara değer verişimizdir.
(ihtiyacım yok, 04.11.2007 01:32)
5. sanatçının toplumsal kaygı güdeni günümüzde makbul olduğu halde,aslında sanatçı bakış açısı,icra ettiği işte amaçladıkları,ve dünya görüşüyle alakalı olarak toplumsal olaylara zerre duyarlılığa sahip olmayabilir,olmak zorunda da değildir.önemli olan yeteneğiyle,yaratıcılığıyla,verimiyle,amacı bu olmasa bile parçası olduğu topluma bir şeyler kazandırıp kazandırmadığıdır.
tabi burdan sanatçı toplumsal duyarlılığa sahip olmamalıdır şeklinde bir yargı çıkaranlar olursa diye açıklayalım:
(bkz: sanat sanat içindir)
(bkz: sanat toplum içindir)
(bkz: sanat ne içindir)

peki türkiyede sanat ne içindir??
piyasada fink atan,iktidara,hakim ideolojiye göre açılan kapanan,söylevler veren,daha doğrusu ellerine tutuşturulan söylevleri kekeleyen insanlar sanatçı mıdır?bence hayır.yetenek,başarı falan yoktur bence pek çoğunda.başarıyı tiraj,rating ve en acısı maddi kazanç olarak algılayan zihniyet sanata dahil olamaz zaten.ama ne yazık ki türkiyede,sanatçı olmak magazinciyi dövmek,rejisöre sövmek,badigardla boğuşmak,rol arkadaşınla sevişmek,çıstakçıstak şarkıların kliplerinde pleybek yapmak ve yarıçıplak boy göstermek,dergilere kapak olmak,beşinci sınıf sabah programları sunmak,o olmadı bu programlarda boy göstermek,toplumun hassas duyguları üzerinden ajitasyon yapmaktır.ama ne diyoruz;
sanata saygı,sanatçıya saygı.onları bizler yarattık.en çok izlenen,en çok rağbet gören bu olduğu için amip kadar hızla bu kokuşmuş düzende çoğalıyorlar.
(liselle, 04.11.2007 02:20)
6. çok basit şekilde "sanatçı" sıfatını kazanmaktır.

sezen aksu bile, "ben sanatçı değilim, pop müziğin sanatçısı olmaz" derken, bir taraflarını açıp meşhur olan mankenden bozma şarkıcılar "sanatçıyım" deyip ortalarda dolanmaktadırlar.
(paleface, 04.11.2007 09:30)
7. (bkz: türkiye'de bilim adamı olmak)
(poppy, 04.11.2007 23:28 ~ 23:28)
8. daha aşağılara çekilmesi gereken genellemedir. türkiye de insan olmak. insan insanlığından utanır kimi zaman.
(idiot, 15.03.2009 14:11)
9. bilgili olun olmayın, istediğiniz konuda sonsuz ahkam kesme hürriyetine sahip olmanıza yarayan süper hadisedir. iki tane kıytırık dizide mi rol aldınız, üç tane şarkı mı patlattınız, bir enstrümanı güzel mi çalıyorsunuz? tamamdır. artık türkiye hakkında her konuda konuşabilir, sanatçılar aydındır, toplumun önderleridir şeklinde beyanatlar verebilir, sonsuz özgüveninizle üç kuruşluk tespitler yapıp toplumun kendi fikirleri olmayan zavallı kesiminin beynini yıkayabilirsiniz.

neticede çakma filan da olsa aydın aydındır değil mi sözlük?
(nvr ws a crnflk grl, 19.05.2009 02:16 ~ 02:17)
10. türkiyede yapılabilecek en kolay işlerden biridir.cıbıl cıbıl bir klip çekmek, 5-6 akorla bir şarkı yapmak ve sabah programlarına katılmak kafidir.
(uzaydayetisencarlistonbiber, 19.05.2009 14:21)
11. belki de dünyada en çok saygı duyulması gereken insanların nasıl da değersizmiş gibi gösterildiğini görmektir. herkesten daha çok fırsat tanınması gereken, ayrıcalıklı tutulmayı herkesten daha çok hak eden insanların daha gencecikken bile yok edildiğine şahit olmaktır. işlerini kolaylaştırmak, onlar sanatlarını icra edebilsin diye elden gelen her şeyi, her elden yapmak gerekirken, saçma sapan insanların yükseldiği, adam olduğu ülkede sahipsiz, umutsuz olmak, yaşamaya çalışmaktır.

yetenekli insanların önünde eğilmek gerekirken bu anlayışsızlığı görmek nasıl da acı verici. sanat icra etmekle ilgim yok. çünkü yeteneğim yok. belki de geliştirilebilirdi ama bunu keşfetme şansım olmadı. ama türkiye'nin en önemli okullarından birinin güzel sanatlar bölümüne birincilikle girmiş bir tanıdığım var. hem öss'den yüksek bir puan alınması gereken, hem yetenek sınavı isteyen bölüme 8'de 8 burslu olarak giren bir kız. mükemmel resimler çizen, hayranlık uyandıran fotoğraflar çeken, muhteşem tasarımlar yapan biri. daha 20 yaşına gelmeden, daha hazırlığı bitirip bölüme geçmeden önce bile harika işler yapan kız. ingilizce eğitim verilen okulda, hazırlığı 2 yılda geçemediği için şu an okuldan atılmış olan kız. türkiye'nin belki de en önemli sanatçılarından biri olacakken belki bundan sonra bu fırsatı yakalayamacak olan kız. şart mıydı peki? hiçbir kolaylık sağlanamaz mıydı? okulu birincilikle kazanan bu kız için yapılabilecek hiçbir şey mi yoktu? şimdi hangisine üzülmek gerek? bu kızın ziyan olan 2 senesine mi? aynı şartlarda başka bir üniversite bulamayacak olmasına mı? bir yerde okuma şansı bulsa da belki de burada olacağı kadar başarılı olamayacak olmasına mı? aylardır yaptığı strese, üzüntüye değmeyişine mi? kaybedilen bir değere mi?

sanatçısına dahi sahip çıkmayan toplumun aslında hiçbir şeyi hak etmediği gerçeğine vakıf olmaya mı?
(ilyiştaykovski, 29.06.2009 13:34)
12. sanatçı taklidi yapmaktan vahimdir. gerçek sanatçılar ya açtır, ya damgalanmış, anlaşılmamıştır. her devrin adamı olmazsa türkiye'de ne sanatçı olarak ne sporcu olarak barınabilir insan.
(emir cool u, 29.06.2009 13:38)
13. televole medyası yüzünden gayet zor iş

(bkz: şevval sam)
(bkz: kazım koyuncu)
(bkz: haluk bilginer)
(bkz: çetin tekindor)
(bkz: barış manço)
(bkz: fikret kuşkan)

şimdilik aklıma gelenler bunlar
hepsinin ortak bir yönleri var farkettiniz değil mi
sadece işlerini yapmaya çalışıyorlar
medya maymunluğu yapmıyorlar
keşke her sanatçı geçinen bunlar gibi olmaya çalışsa

ha bir de medyatik olup da sanatçı olanlar var

(bkz: orhan gencebay)
(bkz: nejat işler)

allah bizi sanatçıyım diye geçinenlerden korusun ...