31 Mart 2008 Pazartesi

DENİZE RÜŞVET TEKLİFİ


Deniz Gezmiş'in ağabeyinden açıklama
"Demirel, Deniz'e yurtdışında devlet bursuyla üniversite eğitimi teklif etti." İşte çarpıcı iddialar.
Deniz Gezmiş'in abisi: "Demirel'in adamları, Deniz'i burslu yurtdışında okutalım" dedi..atv'nin dizisi Hatırla Sevgili'de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği geceyi konu olan bölümünü izleyen, ağabeyi Bora Gezmiş yıllardır saklanan bir sırrı da açıkladı: "Süleyman Demirel, Deniz'e yurtdışında devlet bursuyla üniversite eğitimi teklif etti. Sovyetler Birliği de burs teklif etmişti ama o 'Kabul edemem' dedi." İşte ağabey Gezmiş'in ağzından çarpıcı iddialar:'TAKIM ELBİSELİ İKİ KİŞİ GELDİ'"O dönemde İstanbul'daki evimize takım elbiseli, bellerinde silah olan 2 kişi geliyor. 'Başbakanlıktan geliyoruz. Başbakanımız bu eylemlerden çok rahatsız. Büyük üzüntü duyuyor. Uygun görürseniz, Deniz'i istediği bir batı ülkesinde, tüm masraflar devlet tarafından karşılanmak üzere üniversiteye gönderebiliriz. Başbakanımız yarın İstanbul'a gelecek. Olumlu ya da olumsuz bu konuda bir cevap verebilirseniz iyi olur' demişler. Babam da bu teklifi Deniz'e ileteceğini söylemiş." Babasının teklifi Deniz Gezmiş'e iletip iletmediğini küçük kardeşine sorduğunu belirten Bora Gezmiş kardeşinin, "Deniz'i biliyorsun, babam ilettiyse bile kabul etmesi mümkün mü?" dediğini söyledi.

İNSAN OLAN VATANINI SATAR MI

İnsan olan vatanını satar mı?
Suyun içip ekmeğin yediniz,
Dünyada vatandan aziz şey var mı?
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Onu didik didik didiklediler,
saçlarından tutup sürüklediler,
götürüp kâfire:
"Buyur..." dediler.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Eli kolu zincirlere vuruluş,
vatan çırıl çıplak yere serilmiş.
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Gün gelir çark düzüne çevrilir,
günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur :
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
NAZIM HİKMET

AYSUN KAYACININ SONUNA KADAR YANINDAYIM

Sevgili Aysun Uzun zamandır benim söylediğim bir şeyi söyleyerek hislerime tercüman oldun.. Seçme ve seçilme hakkı bana göre de hak edenin olmalıdır... Halka aman siyasetten uzak durun siyaset sizin işiniz değil diyenler... oy zamanı geldiğinde cahil bıraktıkları ve siyasetten uzak tuttukları çobanın oyunu alabilmek için kırk takla atıyor... Siyaseti en çok siyasetle ilgilenmesi gerekenlere yasaklarsanız elbette siyaset yapmak "dağdaki çobanın" işidir. Siyaset öğretmene yasak, devlet memuruna yasak, akademisyene yasak, polise yasak,a skere yasak. Peki siyaseti kim yapacak... İşte bunun dışında kalanlar.. Yani hiç birikimi donanımı olmaya hatta gazete bile okumayan cahiller yapacak... Öyle oluncada tablo budur... Ülkenin yönetenlerin entellektüel seviyesi dibe vurdu... Adamda çıkar meydanlara "ananıda al git" der elbette...İnsanların evlerine erzaklar dağıtarak adeta o oyları satın alıyorlar... Böylece ne oluyor yıllardır bu ülkede akıllı ve birikimli insanları hiç bir birikimi olmayan adeta gazete bile okumayan cahiller yönetiyor... Nasıl ki seçilmenin bir ehliyeti varsa ve belli kriterler aranıyorsa, bunlar seçenden de aranmalı... Sandığın başına gelip çarşafının altından kocasına nereye basacaktım diye işmar eden kadının oyuyla elbette bilinçli bir seçmenin oyu bir olamaz... Bu anlam da Aysun Kayacıyı sonuna kadar destekliyorum... Çok güzel bir tartışma başlattı... Bu güne kadar yasaları ve anayasayı kendi egemenlikleri için istedikleri gibi değiştiren egemenler... İşlerine gelmedikleri için buna karşı çıkacak ve ateş püsküreceklerdir... Aferin Aysun bunu söylemekle belki de bir gerçeğin altını çizmiş oldun bu tartışma burada bitmez sonuna kadar yanındayım...
İŞTE HABERİN ÖZETİ:
"AK Parti'yi iktidara ayak takımı getirdi" diyen Kayacı: "Herşeye televizyonda cevap vereceğim."
"AK Parti'yi iktidara ayak takımı getirdi" diyen Aysun Kayacı ateşkes ilan edip eleştirilere TV'de cevap vereceğini söyledi..Tv'de canlı yayınlanan "Haydi Gel Bizimle Ol" programında yaptığı açıklamalar yüzünden eleştirilen Aysun Kayacı, ateşkes ilan etti. Güzel sunucu, Pınar Kür, Müjde Ar ve Çiğdem Anad'la birlikte sunduğu programın son bölümünde, "Dağdaki çobanla benim oyum niye eşit" ve "AK Parti'yi iktidara ayak takımı getirdi" deyince eleştirilmişti. Sözlerinin arkasında olduğunu söyleyen Aysun Kayacı, "Bütün söylediklerimin arkasındayım. Hiçbir şeyden korkum yok. Ben vatansever bir Türk genciyim. Her şeyi sorgulamaya hakkım var" dedi. Kayacı, tüm eleştirilere NTV'de yayınlanan programında cevap vereceğini kaydetti. Öte yandan AK Partili vekiller Kayacı'yı eleştirmeye devam etti. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Necati Çetinkaya "Bu milleti hor görüyorlar" derken, Dengir Mir Mehmet Fırat'ın yorumu "Halkı küçük gören civcivler var" oldu.

"Onlarda olmasalar..."‏

Akşam olunca dizi dizi diziliyoruz dizilerin karşısına, 'Elveda Rumeli' mi dersin 'Yaprak Dökümü' mü, 'Asi' mi dersin 'Annem' mi, 32 kısım tekmili birden, aşk, ayrılık, ihanet, kavuşma, aile faciası, yakın tarih, eski topraklar, kuvvacılar, kahramanlar, hainler, ne ararsanız var...
'Hayatım Roman'dan 'hayatım sinema'ya geçtik mi yoksa geçer gibi mi olduk, burası biraz karışık ama 'hayatımız dizi'ye geçtiğimiz ve aynı zamanda hayatımızın seyircisi olduğumuz da muhakkak. "Yani, getirip diziye mi bağladın seyirci olmayı, pes birader!" diyebilirsiniz, "eskiden tv, dizi filan yokken de seyirci değil miydik sanki?" diye sorabilirsiniz. Demem o değil, derdim de dizi filan değil. Bu mevzuları sosyolog Orhan Tekelioğlu hocamız, Radikal İki'de ve Milliyet Sanat dergisinde pek ayrıntılı ve yerinde gözlemlerle teşhir ve teşhis ediyor zaten, meraklısına itinayla tavsiye edilir.
Geçen hafta İlhan Selçuk'un gözaltına alınmasıyla ilgili okuduğum bir gazete haberinde, Selçuk'un 12 Mart'ta gözaltına alınması, Ziverbey köşkünde işkence görmesi, akrostişle işkence gördüğünü dışarıya bildirmesi gibi 'mazi kalbimde bir yara'türünden ayrıntılar yer alıyordu. Aynı haberde yer alan bir şey daha vardı: O geceye rastgelen 'Hatırla Sevgili' dizisinde de Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının idama gidişleri gösterilmiş ve Türkiye gözyaşlarını tutamamış! Bunun üzerine ben de kendimi tutamadım ve uydurulup masa başında dallanıp budaklandırılmış bu yalan karşısında, n'apabilirdim ki, sinirlendim, kızdım, oturdum yerime.
Bu Türkiye mi idama gönderdiği çocukları için pişman olup yıllar sonra gözyaşlarını tutamıyor? Bu Türkiye mi bundan 36 yıl önce, 30 Mart 1972ye Kızıldere'de 12 Mart faşizmi tarafından katledilen 'Onlar', yani Mahir Cayan ve 9 arkadaşı için üzüntüden kahroluyor? Nerde o Türkiye, nerde o günler? Öyle bir şey yok, öyle bir vicdan da yok öyle bir merhamet de. Bir zamanlar ne kadar olduysa, o vicdanın, o merhametin gölgesi bile yok. Yaralar artık hemen kabuk bağlıyor, sarılmayı bile beklemiyor, deriler kalınlaşalı çok oldu, gözyaşı diye bir şey mi var ki ağlamaktan gözpınarlarımız kurusun, ne dövünerek ne içi kan ağlayarak yas tutanlar var artık. Herkes kendine ağlıyor, kendi yitiğine yetiyor herkesin merhameti. Ateş düştüğü yeri yakıyor o kadar, 'ağlarsa anam ağlar' dedikleri gibi oluyor.
O dizi tartışılır, sosyalist gençleri yalnızca birer Kemalist olarak göstermesi eleştirilir, filan. Tamam da 36 yıl önce idam ve infaz edilen o gençlere, ekran karşısındaki vatandaşların gözyaşı döktüğünü, hatta bazılarının diziyi izledikten sonra sabaha kadar uyuyama-dıklarını yazmak da herhalde tam anlamıyla 'yalan haber' sayılır. Keşke doğru olsaydı, toplumda o vicdan, o merhamet hissi olsaydı keşke! İşte nevruz ya da newroz kutlama görüntüleri, ölüler, yaralılar, dayak, kan revan içinde insanlar. İşte üniversitelerde son zamanlarda yoğunlaşan 'sağ-sol çatışması!' Dil bu: 30 yıl önce de buydu, Türkiye'nin her tarafında örgütlü ve devlet destekli faşist çeteler her gün öğrencilere, aydınlara, işçilere, sosyalist, demokrat herkese saldırırken, onların da kendini koruma refleksi karşısında, 'yine sağ-sol çatışması' manşetiyle çıkıyordu gazeteler, bizimse ağzımız açık kalıyordu şaşkınlıktan! Şimdi de döner bıçaklı, satirli, silahlı, sopalı ve kalabalık tosuncukların bir avuç solcu, demokrat öğrenciye saldırısı da 'karşıt görüşlü iki öğrenci grubunun çatışması' olarak veriliyor yine. Elbette yedekli, takviyeli, destekli biçimde.
Akif Kurtuluş'un 'toplu şiirler' kitabının adıydı, 'Herkes Gitmiş', belki ona bir altbaşlık olarak/kimsemiz yokmuş meğer' cümlesini eklemek gerekiyor devamında. Can Yücel 'On'lar için de onlar için de yazdıydi: "0 çocuklar/ o yapraklar/ o şarabi eşkıyalar/onlar da olmasalar/benim gayrı kimim var?" Hey Can baba, galiba yalnızca onlar var hâlâ ve başka da kimsemiz yok, yokmuş meğer aslına bakılırsa!

" Neyden geri adım atacağım?"

Başbakan Erdoğan Bulgaristan'da şöyle dedi:
" Neyden geri adım atacağım?"
Soru naiftir, anlamlıdır; hatta sahibinden beklenmeyecek bir "dürüstlük" ve "masumiyet" içermektedir…
Erdoğan'ı yıllarca yakından izledim. Kişilik özelliklerine bir hayli vâkıf olduğumu zannediyorum.
"Neyden geri adım atacağım?"
sorusunu gazetede okuyunca kısa bir süre gözlerimi kapattım; Erdoğan'ın bu cümleyi sarfederken takındığı vücut dilini gözümün önüne getirdim.
Gözleri masum bir şekilde iri iri açılmış, sarı bıyıklar aşağı düşmüştür.
"Söyleyin, ben de bileyim"
diyen bakışlar, karşıdakileri ürkek ürkek tarar…
"Neyden geri adım atacağım?" sorusu, "Hiç muğber değilim" cümlesindeki tonlama kadar iç acıtıcıdır.
Bu yüz ifadesini ağır bir yaramazlık yapan, ancak yaptığının farkına vardığında artık her şeyin çok geç olduğunu anlayan çocuklarda da görürüz. Cezasına razı gibi görünmeye çalışmaktadır…
Ama dikkat edilsin…
Cezasına razıymış gibi görünme çabası, cezanın infazı sürecinde "arıza çıkarmayacağı" anlamına gelmez…
"Neyden geri adım atacağım?"
İşte bütün soru ve 'sorun' da budur…
Başbakan, nereden geri adım atacağını gerçekten bilmemektedir. Nereden geri adım atacağını bilmeyen bir başbakan egemenlerin işine yaramaz..
Hayır, hayır…Erdoğan'ı aklamaya falan çalışmıyorum.
Geldiği nokta büyük ölçüde kendi hırsının, ölçüsüzlüğünün, hoyratlığının sonucudur. Bünyesi nobranlık, kibir ve kendini büyük görme gibi şeytani duygulara yenilmiştir.
Oysa, dini eğitimden geçmiş olan Sayın Başbakan bizden iyi bilir ki bu davranış ve ruh halleri Allah'ın 'kesin yasaklar' listesinin başında gelir.
Başbakan'dan bugün geri adım atmasını isteyenler, Ergenekon soruşturması bu derece akıl ve vicdan dışı bir noktaya sürüklenirken neredeydiler?
Aralarında Haşim Kılıç'ın bile bulunduğu "Türban düzenlemesi kapatma getirir. İktidarınızı riske atıyorsunuz" diyen sesleri duymazdan gelirken neredeydiler?
(Bkz : Haşim Kılıç Erdoğan'ı Uyarmıştı )
Bu saatten sonra geri adım mı olurmuş?
Artık, karşılıklı olarak son barutlar atıldı.
AKP'yi kapatma davasını açanlar da, Ergenekon soruşturmasının b.kunu çıkaranlar da geri adım atmanın 'ebediyen kaybetmek' anlamına geldiğini gayet iyi biliyorlar.
Geri adım atıldığı an Ergenekon da, kapatma davası da sahiplerine 'bumerang' silahı gibi geri döner. Vay kaybedenin haline!
Bu tehlikeli süreçten Erdoğan'ı kurban ederek sıyırmaya çalışanlar var. Başbakan'ın kellesini 'tanrılara' altın tepside sunmaya hazırlananlar var.
Erdoğan onların kim olduklarını biliyor. Sofrasındaki 'yehudaları' da, "Harun'un suretine bürünmüş şeytanları" da iyi tanıyor. Bütün öfkeli söylemleri aslında karşıtlarına değil, kendi içindeki 'yehudalara' yönelik. Erdoğan' bugünden itibaren böyle okumak gerekiyor.
Erdoğan'ın kurban ediliş süreci başlamıştır.
Suret-i haktan görünerek türban düzenlemesine destek veren MHP'nin de bu işe büyük katkısı olmuştur. Uyguladıkları 'akıllı' politikalardan dolayı kendilerini tebrik etmek gerekiyor…
Ama bakalım Erdoğan'dan kurtulmakla dertlerimizden kurtulmuş olacak mıyız?
Yoksa asıl 'büyük iblis'in önü açılacak da cehennemin kudurmuş alevlerine hep birlikte mi yuvarlanacağız?
'Sivil toplum örgütleri' denilen küresel sermaye maymunları ile medyanın kandan beslenen dolar maaşlı vampirleri 'uzlaşma' soytarılığından vazgeçsin…
Artık Başbakan'ın geri adım atma şansı yok. Onu bu noktaya siz getirdiniz. Ergenekon savcısı ile Şamil Tayyar da tüy diktiler!
Peki Erdoğan bu cendereden nasıl kurtulacak? Zor. (Ayrıca bana ne!)
Ancak, kafasında bir planın olduğu, güvendiği refiklerini etrafına toplayarak bir 'çelik direnç çekirdeği' oluşturmaya çalıştığı anlaşılıyor.
İyi niyetli görünerek 'geri adım atalımcılar" korosunda şarkı söyleyenlerin üstünü çizmiş!
Eğer bu süreçten sağ salim çıkarsa vay onların haline!
Erdoğan, birilerinin daha şimdiden Gül-Şener-Hisarcıklıoğlu ekseninde kendisine yer aradığının da fena halde farkında. En büyük kîni bunlara duyuyor. Onlar şu anda bulanık havada hata yapmamak için
"Herkes bir adım geri atsın"
şeklindeki 'makul çoğunluğun' safında duruyorlar. Erdoğan'ın ayağı kayar kaymaz görün siz ihanetin, satıcılığın bin bir türlüsünü…
Bu gelişmeler bağlamında, Balkan ziyaretinin 'perde arkasını' da biz yazalım:
Erdoğan, Tiran'dan yardımcıları Cemil Çiçek' ile Hayati Yazıcı'yı aradı.
"Herkes bir adım geri" kampanyası hakkında bilgi aldı.
İşin başını çekenlerle, perde arkasında duranların terkibine baktığında, "Erdoğan'ı Kurtarmak" adı altında vizyona sürülmüş olan filmin aslında "Erdoğan'ı tarih sahnesinden silmek" filmi olduğunu anladı.
Kimlerin kendisiyle sonuna kadar gidebileceği, kimlerin gemiyi terk edeceğinin hesaplarını yaptı. Ve yardımcılarına şu talimatı verdi:
"Ben gelene kadar grubu dik tutun, milletvekillerini motive edin. Bizi tuzağa çekmeye çalışanlar var. Geri adım atmayacağız. Anayasa değişikliği çalışmaları tamamlansın, gerekirse referanduma gideceğiz"
"Lale lokantası toplantıları" Erdoğan'ın bu talimatıyla başladı.
Ancak toplantılarda Cemil Çiçek de, Hayati Yazıcı da gördüler ki partide panik başlamıştır…
AKP daha şimdiden "sakin olalım, geri adım atalım" diyenlerle, Erdoğan'ın harcanmak istendiğine dolayısıyla geri adımın intihar anlamına geldiğine inananlar arasında ikiye bölünmüştür.
Cemil Çiçek'in tecrübesi "Geri vites" diyenlerden bir kısmının bir süre sonra "Ben demiştim" diyerek kendilerine Gül'ün veya Şener'in eteklerinde ikbal arayacaklarını bilmeye yeterlidir.
Cemil Çiçek'in tecrübesi, "durmak yok yola devam" diyenleri ise radikalliğin sert ve yalnızlık dolu sularının beklediğini görmeye de yeterlidir…(Belki de Çiçek'i bu 'derin tecrübeleri' iddianamedeki siyasi yasak listesinden uzak tutmuştur; kim bilir..)
İnsanın kendi isteği veya hayatın cilvesi sonucunda geldiği 'radikallik' öyle bela bir şeydir ki, maazallah kendinizi bir anda Hasan Mezarcı gibi üstünüzde parlak elbiselerle 'peygamberliğinizi ilan ederken' bulursunuz!
Erdoğan'dan ölümlerden ölüm beğenmesi isteniyor…
Ya Anayasa Mahkemesi'nin giyotinine boynunu uzatacak, yada 'radikalliğin' karanlık sularında kaybolacak…
Bu sonu biz hazırlamadık Sayın Başbakan…
Bu sonu siz, sizin 'yehudalarınız' ve sizi hoyratça sömüren "gazeteci-aydın" görünümlü AB ve ABD casusları hazırladı…
"Sine-i millete dönerim" mi dediniz?
Unutun!
Çoğunluğun güçsüzden yana tavır aldığı nerede görülmüş?
"Millet iradesi" denilen kutsal kavramı bulgur ve kömür karşılığı oy müessesesine dönüştürerek içini boşaltmasaydınız; üste biraz da adil ve vicdanlı olmayı başarabilseydiniz belki o dediğiniz olurdu.
Artık çok geç…Döndüğünüz 'sinede' bir millet falan bulamayacaksınız…
Bakın biz bunları yazarken, Türkiye'nin Irak temsilcisi Barzani ile görüşmeler yapmaya başladı.
Devletimiz" "federasyon" diyenlerle masaya oturdu bile..
Yola 'sizsiz' devam etmek istiyorlar anlaşılan…
Dağ gibi Erdoğan'ı gözümüzün önünde yiyorlar da çarnaçar seyrediyoruz!

İşte siyasal günlükler


AKP’nin kapatılma davası süreciyle birlikte, medyada yine Demokrat Parti hükümetinin 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesiyle yıkılması gündeme getirildi.

Bazı köşe yazarları, Yassıada Mahkemesi kararlarıyla AKP’nin kapatılma davası arasında paralellikler kurdu. Benzerlik abartılı olsa da, yakın siyasal tarihimizi tartışmakta her zaman yarar var. Ancak bu tür tartışmalar çoğu zaman tarafların bilgi-belge yoksunu olduğunu ortaya koyuyor. Yassıada Mahkemesi’nin en önemli delillerinden biri, DP’lilerin tuttukları günlükleri, not defterleriydi. DP’lilerin hatıra defterlerinde neler yazıyordu? Yazılanları yorumsuz aktaralım ki, sizler bugünün siyasal ortamına ne kadar benzeyip benzemediğini -etki altında kalmadan- değerlendiriniz.

ETHEM MENDERES’İN GÜNLÜĞÜİcap ederse İsmet Paşa’yı sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem!Ethem Menderes (1899-1992), Adnan Menderes’in en yakın arkadaşıydı. Adnan Menderes’in, arkadaşına sevgisi o kadar çoktu ki "Ertekin" soyadını "Menderes" yaptı. Ethem Menderes, DP kabinesinde; İçişleri, Savunma, Bayındırlık, Devlet Bakanı olarak görev yaptı oldu. Yassıada Mahkemesi’nde 10 yıla mahkûm oldu.Tarih 8 Kasım 1957: (DP) Grubun fiskos havasını beğenmiyorum. Dün gece Samet (Ağaoğlu), Şem’i (Ergin), Hayrettin (Erkmen) vesaire arkadaşlar Cumhurreisi’ne (Celal Bayar) davetli idi. Bayar, "Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz" demiş, dinleyenler üzerinde tesir menfi. (Bu hava) Yavaş yavaş grup içinde yayılıyor; Hayrettin endişede, Şem’i tenkit ediyor; Samet de.Tarih 14 Kasım 1957: (Celal Bayar’ın) Umur motöründe (teknesinde) Cevat Açıkalın ve Fahrettin Kerim (Gökay) ile beraber konuştuk. Açıkalın daha sonra geldi. Bayar "İcap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem" dedi. Korkunç ihtiras. Böyle bir sebep hiçbir zaman mevcut olamaz. Bu telkinler karşılıklı, Başvekil’le (Adnan Menderes) hangisinden çıkıyor acaba?Tarih 11 Haziran 1958: Başvekil (A. Menderes), milletvekili Fahri Ağaoğlu’nun gruptaki konuşması münasebetiyle çok ağır konuştu. Kırıcı mukabele taraftarı. Başvekilliği bırakmamak için silaha dahi müracaat edeceğini söyledi. Bir nevi delilik alameti.Tarih 9 Mayıs 1959: Başvekil (A. Menderes) İzmir’de İsmet Paşa’ya selam durdurulan emniyet ekibinin subayı hakkında sordu. Emniyet ekibini selama durduran subayın vaziyetini halletmek mühim imiş? Küçük işlerden kurtulamayacaklar.Tarih 6 Haziran 1959: İktidarımız durmadan yıpranmakta. Zavallı Başvekil (Adnan Menderes) 78 ay evvel "Vatan Cephesi harekátı ile üç, beş ay içinde Halk Partisi’ni boş çuvala çevireceğim" demişti. Zeká ile idraksizlik bir arada.Tarih 2 Ekim 1959: (Başbakan) Menderes, Avni Doğan’a, "Seçimi kaybedeceğimizi hissedersem Halk Partisi’ni dağıtırım, yine iktidarda kalırım" demiş. Düşüncesi de bu; "Radyo mücadelesiyle Halk Partisi’ni eriteceğim, İsmet Paşa’yı mahvedeceğim" diyor.

REFİK KORALTAN’IN GÜNLÜĞÜBu şahıs gazetelere bozguncu ve tahrik edici yazılar yazdırıyor!Refik Koraltan (1889-1974) Birinci Meclis’ten yani 23 Nisan 1920’den, 27 Mayıs 1960 askeri hare-kátına kadar TBMM’de görev yaptı. DP’nin dört kurucusundan biriydi; 1950-1960 arasında 10 yıl Meclis Başkanlığı görevinde bulundu. Yassıada Mahkeme-si’nde müebbet hapis cezası aldı.Tarih 1 Şubat 1958: Bu adama (Adnan Menderes) bir zamandır gurur geldi. Artık emruhu emrüküm; nerede ise tek adam. Her şeye hákim ve sahip rolüne geçti. Yani geçmişteki çökenlerin hatalı yoluna giriyor. Efkarı umumiye diye de tehdit savuruyor.Tarih 25 Mayıs 1959: Reisicumhur (Celal Bayar) hálá itilaf taraftarı görünmüyor. Partiler arası uzlaşma fikrinde değil, bu maksatla Zafer ve Havadis gazetelerine daha çok bozucu yazılar yazdırıyor.Tarih 25 Temmuz 1959: Dün İstanbul’dan dönen Cumhurbaşkanı’nın ziyaretine gittim. Umumi hasbıhal sırasında adliyeden ve hákimlerden şikáyet etti. "Türkiye’de hákim ve mahkeme yoktur" dedi.Tarih 3 Şubat 1960: Reisicumhur (C. Bayar) geldi. Otomobilde muhalefet partilerinin verdiği tahkikat önergelerinin gündeme alınmamasını istedi; bu hál TBMM gibi murakabe (denetleme) organını manen bitiriyor. Yok yere ısrar artık kabili müdafaa olmaktan çıkan bir iş haline geldi. "Ben çok müşkül durumdayım" dedim. Cevaben, "Bunda ne var, bir müddet daha kalsın" gibi sathi (yüzeysel) bir cevapta bulundu. Tarih 18 Nisan 1960: Reisicumhur ta 4 Nisan’dan bu yana her gün; gerek sathı vatanda ve gerekse matbuatta (basında) artan tahrik ve tezvirler (bozgunculuk) ile bunalan ve adeta tehlikeli bir hál almaya başlayan fitne ve fesattan çok endişeli olduğunu, hükümetin en şiddetli tedbirleri almasını söylüyor. Esasen öteden beri bu şahıs hep böyledir. Ne yazık ki iş çığırından çıkmış, doğru yanlış tezgáha konmuştur. (Gazeteci) Ahmet Emin Yalman’ın hapishaneye girmeden affını söylemiş ve Bayar’a adeta kerratla telkinde bulunmuş idim. Hayır, dedi. Başvekili de doldurdu.

ŞEM’İ ERGİN’İN GÜNLÜĞÜTasdik makinesi gibi çalışıyoruz bizim reyimizi dahi almıyorŞem’i Ergin (1913-1996) DP dönemin-de Devlet Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı görevlerinde bulundu. Yassıada Mahkeme-si’nde 4 yıl 2 ay hapis cezası aldı.Tarih 28 Ekim 1957: İşte bir (DP’li Bakan) Emin Kalafat, işte bir Maliye Vekili (Bakanı) Hasan Polatkan; ne olsun zavallı millet bu kadar aç insanı doyurmaya müsait midir?Tarihsiz: 27 Ekim 1957’de yapılacak milletvekilliği seçiminde Demokrat Parti’nin aday listesi hazırlanırken bir gün Anadolu kulübünde DP Genel Kurul üyesi Celal Ramazanoğlu’nu görerek "Ne var ne yok" diye sordum. "Bir tasdik makinesi gibi çalışıyoruz. Adnan (Menderes) Bey, listeleri içeride tanzim ediyor; bize gönderiyor, bizim reyimizi dahi almıyor. Biz de herkes bizi alışverişte görsün diye her gün toplanıyor, havanda su dövüyoruz" dedi.Tarih 19 Haziran 1959: Reisicumhur’un daveti üzerine Çankaya Köşkü’ne gittim. O gün pek iltifat etti. Acaba nedir diye kendi kendime sordum. Biraz sonra iltifatın manası ortaya çıktı. Reisicumhur, "(Çankaya Köşkü’ndeki) Muhafız Alayı TBMM’ye bağlı, Köşk’e bir taarruz vaki olduğu zaman bu alay kimden emir alacaktır" diye sordu. Reisicumhur olarak doğrudan emir verebilmeli imiş ve alay Meclis’ten ayrılmalı imiş!Malum evhamın uyku kaçıran sancıları; darbeci hükümet. Sanki her gün, herkes Reisicumhur’u nasıl devirebiliriz, nasıl Köşk’e taarruz edebiliriz diye düşünüyor. İşte devlet adamının kafasına bu evham girdikten sonra ondan memleket ve millet adına hizmet beklemeye imkán yoktur. Onda artık yalnız ve yalnız sandalyenin korkusu ve endişesi vardır.İşte Reisicumhur Celal Bayar da kendisini bu ejdere kaptırmış durumdadır. Artık iflah olmaz.

ABDULLAH AKER’İN NOT DEFTERİTek çare CHP’yi kapatıp mebuslarını tevkif etmekAbdullah Aker (1915-1977) DP döneminde Ticaret Bakanlığı, Devlet Bakanlığı ve Koordinasyon Bakanlığı görevlerinde bulundu. Yassıada Mahkeme-si’nde 5 yıl hapis cezası aldı.Tarih, 22 Mayıs 1960. Yer, Ankara Başbakanlık Binası.Demokrat Parti’nin son Bakanlar Kurulu toplantısı yapıldı.Kabinenin gündeminde; İstanbul ve Ankara’daki sıkıyönetimin tüm yurdu kapsaması ve CHP ile bir kısım basının faaliyetlerini tahkike memur edilen TBMM Tahkikat Komisyonu Encümeni’nin raporu vardı. Koordinasyon Bakanı Abdullah Aker tüm konuşmaları bir bir not aldı.Hayrettin Erkmen (Ticaret Bakanı): Sokak nümayişleri (olayları) hükümet içinde bile endişe yaratmaktadır. Üç zabitin (subayın) bile katılması bizi düşündürürken, üzerine bir de Harbiye talebesinin böyle bir hadiseye katılması oldukça mühimdir. Bidayette ilgisiz görünen halk şimdi alakalı görünüyor. Örfi idare fonksiyonu itibarıyla tatminkár görünmüyor. Ama hadiseye sebep verenlerin cezalandırılması çok mühimdir.Fatin Rüştü Zorlu (Dışişleri Bakanı): Biz sokakta hasta birilerinin araziyle uğraşıyoruz. Gazetecilerin kötülüğü vardır; orada gördüğü 200 kişiyi 1000’den fazla yapıyor. Gazete kapatıyoruz, peki yarın? Tek çare vardır; Halk Partisi’ni kapatmak ve bütün mebuslarını tevkif etmektir.Tevfik İleri (Bayındırlık Bakanı): Bu raporu mutlaka kullanmak mecburiyetindeyiz. Bu raporu meydana çıkarmadan seçime gitme taraftarı değilim. Böylesine seçime gidersek bu hava içinde sandık başına müşahit bulamayacağız. Seçim yoluyla iktidarı bunların (CHP’nin) eline vermiş oluruz. Bunlardan hesap sorabilir miyiz soramaz mıyız? Komitecilerden soramazsak kendimizden şüphe ederiz. Fatin Rüştü’ye katılıyorum; her sahada kuvvetle olur. Yoksa bu korku içinde icra-i hükümet edemeyiz.Hasan Polatkan (Maliye Bakanı): Raporu hemen neşredelim. Çok rica ediyorum (Milli Savunma Bakanı) Ethem (Menderes) Beyefendi arkadaşımızdan, matbuat (basın) hürriyet aleyhtarı, önlem alınsın.Haluk Şaman (Çalışma Bakanı): Bu raporu vicdanlı, izanlı bir mahkeme tarafından suçluların mahkûm olacakları kanaat getirildikten sonra neşretmeliyiz. Bu raporun suçluları beraat edecekse bu bizim için ağır olur. Şahısların ceza görmeleri şarttır.İzzet Akçal (Devlet Bakanı): Bunları mutlaka cezalandırmak lazımdır. Bu tür müessir tedbirler alınmazsa vakıalar devam edecektir. Cumhurbaşkanımızın bildirdiği gibi Harbiye talebesi derhal tevkif edilmeli ve mahkemeye sevk edilmelidir.Adnan Menderes (Başbakan): Biz bunları iki dakikada tenkil (cezalandırma) etme yoluna giderdik. Ama askeri, halkın huzurunda dövdürmek istemedik. Şimdi neticede bundan sonra ne olacak onu düşünelim. Bu işin içinden nasıl çıkalım? Tahkikat raporu yarın Meclis’e gelecek, müzakeresi yapılacak, kabul olunacak. Raporda istenilen cezalar için ne yapacağız? Biz nerelerde tertiplendiğini yakaladık. Üç yerde 20’şerlik ekip birbirinden habersiz çalışıyor. Biz yerlerini bulduk, yarın tevkif edilecek. Bunlar bir merkezden idare ediliyor. Yedek subay ve Harbiye de buradan dağılıp gidecektir.Atıf Benderli (Milli Eğim Bakanı): "Üç noktada toplanıyorlar" dediniz, Subaylar aralarında var mıdır yok mudur?Adnan Menderes (Başbakan): Bu raporda birtakım telefon muhavereleri vardır. Bunlar orijinal sesleriyle teybe alınmıştır. Bu Halk Partisi’nin nasıl bir yolda çalışmakta bulunduğunu tebyin eder mahiyettedir.

Türkiye Üçüncü Operasyona Maruz Kalacak mı?

1938'de Mustafa Kemal'in vefatından sonra Türkiye ilk operasyonunu yedi. Mustafa Kemal'in Ruslar ile iyi geçinme siyaseti bir yana bırakıldı. Amerika ile İkili Antlaşmalar yoluna gidildi. Dolayısı ile Amerika tarafından uygulanan birinci operasyonlar dönemine girilmiş oldu. Soğuk Savaşın tüm gereklerini uygulama Devleti yönetenlerin temel siyaseti oldu. Bu aslında Batı politikalarına teslim olmanın Tanzimatçı gereği idi.

1856'dan beri devam eden Batıcılık başka adı ile Tanzimat Mustafa Kemal siyasetine karşı 1945'lerde galip gelmişti.

Atlantik ötesinin Türkiye içindeki nüfusu arttı. Aynı Osmanlı döneminde olduğu gibi Azınlıklar Hıristiyan Batı ile gerekli işbirliğini kurdu. Azınlıklar Dünya tekelleri ile kurdukları ortaklıklara bu kez işbirlikçi Türkleri de kattılar. Yani onlara da bazı ekonomik imkânlar verdiler.

Böyle bir ekonomi politikanın sürdürülebilmesi için iktidarın milli olmaması gerekiyordu. Batı işbirlikçileri feodalizmi iktidara ortak ederek bu dönemi geçti. 1950-1983. Merkez politikaları diyebileceğimiz bu dönemlerde Batı işbirlikçileri yarım yamalak ta olsa içinde milli unsurlar taşıyan bu iktidarları temizlemesi gereğini gördü. Ve öyle yaptı.

Bunu bugün ki dile tercüme edersek, DYP, ANAP DSP v.b. yönetimleri tavsiye etti. Amerika Ortaçağ ideolojilerinin sahipleri ile siyasi ortaklığı kurabileceklerine inandılar. Amerika'nın Orta Asya ve Ortadoğu savaş stratejisi olan BOP'a bunun daha uygun olacağını gördüler. AKP'nin BOP planlarını uygulamak üzere Türkiye'nin başına getirilmesi Amerika'nın Türkiye'ye uyguladığı ikinci büyük operasyondu.

Gerek birinci operasyonun sonuçlarına, gerekse ikinci operasyonun kendisine (özelleştirmeler ve AB sürecine) direnen temel güç İşçi Partisi ve onun lideri Perinçek olmuştur. Onun için Amerika'nın her operasyonu döneminde mücadelesinin gereği kendini hapiste bulmuştur.

Hem birinci operasyonun sonuçları döneminde hem de ikinci operasyon dönemlerinde diğer sol milli olmamış, özgürlükler adına veya sahte demokrasi adına dolaylı olarak Amerika'nın yanında olmuştur. Bu sebepledir ki, Perinçek'in hem sağdan hem de soldan dışlanılması için her şey yapılmıştır. Ama böyle dönemlerde milli olmak ve ABD emperyalizmine kaşı olmak "sol" olduğundan ABD hiç öteki sahte sol ile uğraşmamış hep Doğu Perinçek ve İlhan Selçuk ile uğraşmıştır.

Gelelim III. Operasyona; tüm İslam ülkelerinin aksine bizde laiklerin antiemperyalist yanları ağır basar. Yani Irak'ta İslam-i kesim Amerika ile savaşır.
Bizde İslam-i kesim kendini Amerika'ya daha yakın hisseder.
Ankara'nın şerrinden Brüksel'in şefahatı daha iyidir meselesi.

İşte bu şartlarda Amerika Üçüncü operasyonu uygulamak istiyor.

Bu operasyon kesinlikle başarılı olamayacaktır. Nedenleri açıktır.

-Amerika Irak'ta büyük bir yenilgi içindedir.

-Her şeyi piyasa düzenler palavrası Amerikan ekonomisini de vurdu.
Üretim yok, borç çok.

-Bütün dünya şu veya bu şekilde Amerika'ya direniyor.

-Bunların hepsinden daha zor olanı bundan öncekilerde Türk Ordusunu yanlarına almışlardı bu kez hayır.

Son operasyonun çıkmaza gittiğini en iyi AB ve ABD görüyor.
Onun için iki günde bir talimat tekrarlıyor. Hem de Devlet TV'sinden.
" Ergenekon operasyonunu kararlılıkla sürdürün" diye.

Başaramayacaklar.

Milliyetçiliğe ve Ulusalcılığa Kim, Neden Saldırıyor ?

Edelman gibi tecrübeli bir istihbarat uzmanı bile Türkiye’nin “sivil direnç” ini çözemeyince ihaleyi kendisine bağlı bir yerli gruba verdi. Onlar da “Ulusalcılığı aşacağız” dediler.

Son beş-altı yıllık dönemde, milliyetçiliğe ve ulusalcılığa saldırıyı, ABD eski büyükelçisi Edelman başlattı. Ardından “Ulusalcılığı aşacağız” komutu alan bir şebeke de iftira yağdırdı. Aslında TÜSİAD, 2002 yılında liseler için hazırlattığı felsefe kitabında, küreselleşmeyi önünde durulması imkânsız bir güç, ulus devleti ise küçültülmesi gereken bir canavar olarak sunuyordu.
Kitabın 195’inci sayfasındaki “Ulusçuluğun tehlikeleri” başlığı altında Türkiye’nin kuruluş felsefesi tehlike olarak gösteriliyordu. Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanlığı’nı devralırken şöyle demişti:
“Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne kadar hiçbir zaman, bu kadar tehditle aynı anda karşı karşıya gelmemiştir.”
Türkiye, böyle şartlar içindeyken, milliyetçiliğe veya ulusalcılığa saldırmak, tehdidin ta kendisiydi! Ve bu saldırıyı, zaman zaman bazı bakanlar üstlenecekti!
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, 2005 yılında 14 Nisan günü, bir lisede düzenlenen konferansta yaptığı konuşmada, ulusalcılık rüzgârının zararlarından bahsetti. Çelik, bir öğrencinin, yabancılara toprak satışı konusundaki endişeleri dile getirmesi üzerine, AB’ye girince zaten sınırların ortadan kalkacağını söyledi. * * *
Aslında Türk solcularının milliyetçi olmasından korkuyorlardı!
ABD korkuyordu, AB korkuyordu ve daha çok içerideki işbirlikçiler korkuyordu.
Bizim çıkış noktamız, 1993 yılından beri yazdığımız gibi Prof. Dr. Osman Turan’ın “Bugün Türklerin kendi düzenlerini tatbikata geçiremeyişinin sebeplerinden biri de, milliyet, din, insanlık ideallerini tarihteki gibi birbirine kaynaştırmak, bağdaştırmak yerine, bu kavramları birbirine aykırı unsurlar imiş gibi ele almalarıdır” tespitiydi.
1997 yılından itibaren Attila İlhan ile birlikte ayrılıkları ortadan kaldırmaya başladık. Gerisine karışmadık! Bu fikir bir dip dalgasına dönüşünce, küreselciler iftiralara başladı.
İçeriden ve dışarıdan bu dalgayı manipüle etmek, ranta dönüştürmek, devlet veya ABD adına kontrol altına almak isteyenler oldu ama hareketin bir merkezi olmadığı için kimi kontrol edeceklerini şaşırdılar! Hiçbiri başaramadı!
Edelman gibi tecrübeli bir istihbarat uzmanı bile Türkiye’nin “sivil direnç” ini çözemeyince ihaleyi kendisine bağlı bir yerli gruba verdi. Onlar da “Ulusalcılığı aşacağız” dediler.
Washington’dan, Londra’dan, Kudüs’ten gelen esintilere kapılan ne kadar satılmış liberal varsa, ulusalcılığa saldırdı, hatta küfretti.
Küreselciler, bilimsel yöntemlerle bölücülük yapıyor, matematik formüllerini kullanıyor ve toplumun “En Büyük Ortak Bölen” lerini “egemen medya” da öne çıkarıyor, biz ise toplumun “En Küçük Ortak Kat” larını hatırlatıyorduk. * * *
Daha sonra meydana gelen ve Türkiye’ye büyük zarar veren terörist eylemleri, Tayyip Erdoğan, Mehmet Ali Şahin ve Hüseyin Çelik, ulusalcılara fatura etmeye başladı!
Mehmet Ali Şahin, “Kızılelmacı” ları suçlarken? “Bunlar samimiyetle vatanın satıldığını düşünüyor, o yüzden eyleme geçiyorlar” diyordu!
Bir milli devletin hükümet üyeleri, kendi halkının uluslararası baskılara, ekonomik işgale karşı direnç gücünü kirletmeye, hatta yok etmeye çalışıyordu.
İşte Emniyet Genel Müdürlüğü’ne sunulan ve milletin tek dayanağı olan milliyetçiliği/ulusalcılığı terörist bir faaliyet gibi gösteren rapor,
1Ulusalcılık (milliyetçilik) terör kapsamına alındı. "Tehdit" oldu.Emniyet Genel Müdürlüğü brifinginde:
"ulusalcılık" akımının, "aşırı sağ faaliyetler" kapsamında değerlendirdiği ortaya çıktı.Ulusalcılık, Terörle Mücadele ve Harekât Dairesi Başkanlığı'nın faaliyetleri altında değerlendirildi.
Brifingde söylenenler (aynen alıntı)"Ulusalcı kesimler, devlet egemenliğinin özellikle AB sürecindeki yasal değişiklikler ile zedelendiği ve ülkenin bağımsızlığını yitirdiği varsayımını temel almaktadır""Bu söylem etrafında geçmişte sol, sağ ve dinsel arka plana sahip gruplar söylem, propaganda ve eylem birliğine dayanan bir manevra alanı oluşturmakta, bu kapsamda 50'den fazla dernek ve vakıf, 100'den fazla internet sitesi ve medya organı faaliyet göstermektedir"
Yani Emniyet Genel Müdürlüğü açıkça diyor ki:Geçmişte sağcı, solcu, dinci olarak bilinen guruplar, günümüzde söylem ve eylem birliği yapıyorlar "Avrupa Birliği sürecinde devlet egemenliğinin zedelendiğini ve ülkenin bağımsızlığını yitirdiğini" söylüyorlar.
İşte bunlar, ulusalcılardır.Biz, Emniyet Genel Müdürlüğü olarak, bu ulusalcıları "aşırı sağ faaliyetler" kapsamında değerlendiriyoruz.Ulusalcılara karşı mücadeleyi "Terörle Mücadele ve Harekât Dairesi Başkanlığı" yapmaktadır.Buradan anlaşılan şudur:Avrupa Birliği'ne karşı çıkmak suçtur.Avrupa Birliği'ne karşı çıkanlar teröristtir.
2Nitekim, İngiliz uyruklu AKP Bakanı da geçtiğimiz günlerde baklayı ağzından çıkarmıştı:
"Evet, ortada bir savaş var. Bu doğru.""Türkiye’de bir güçler kavgası var. Küreselleşmeyi anlayanlar ve buna hazırlananlar ile milliyetçiler arasında."
"Çok küçük, ama marjinal ve sesi yüksek gruplar aslında AKP’ye değil, küreselleşmeye karşılar. Biz korumacılıktan yana değil, küreselcilikten yanayız. İşte benim partimin bulunduğu nokta burası.”“Bu bizim özelleştirme yapmamızla, ulusal geliri artırmamızla ilgili ve statükocular bunlarla başa çıkamıyorlar."
3Avrupa demokrasisi, Kopenhag kriterleri derken işte sonunda faşizme ulaştık bin şükür.Buna göre, demokrasi gereği, artık "devlet egemenliğimiz zedeleniyor", "ülkemiz bağımsızlığını yitiriyor" gibi demokrasi karşıtı sözler söyleyip Avrupa Birliği müzakere sürecine karşı çıkmak, eylemler yapmak yasaklanmıştır.
Artık uslu uslu oturun. Avrupa Birliği'nin ülkemizi adım adım sömürgeleştirmesine, bankalarımıza, sanayimize, telekomlarımıza, tekellerimize, topraklarımıza el koymasına zinhar ses çıkarmayın.Terörist olursunuz sonra haa!!

30 Mart 2008 Pazar

BU KADARI KEPAZELİK ARTIK...

TAYYiBi üZMEK ALLAHI üZMEKTİR..

Erdoğan Allah'laştırılıyor. Erdoğan'a kızanlar Allah'a kızmış kabul ediliyor. DENİZLİ'de eşi emekli imam olan ev kadını Fatma Durmuş'un yazdığı, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da `olur' verilen, camilerde bedava dağıtılan, `İlahilerle Hakka Çağrı' adlı ilahi kitabı ortalığı karıştırdı.

ERDOĞAN ALLAH'LAŞTIRILIYOR'

Kitapta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın peygamberle bir tutulduğunusavunan Kavak şöyle devam etti:Erdoğan Allah'laştırılıyor. Erdoğan'a kızanlar Allah'a kızmış kabulediliyor. Saçma sapan şeyler bunlar. Bunları siyaset alanındakullanmaya çalışıyorlar. Dini en iyi kullanma şekli olarak da camileriseçiyorlar. İnsanlarımız ilahi diye alıyorlar ve kitaba baktıklarındaşaşırıyorlar. Bu kitapla ilgili bize yüzlerce telefon geldi. Savcılığasuç duyurusunda bulunuyoruz. Gerekenin yapılmasını istiyoruz. Bu kitaba onay veren ve teşvik eden Diyanet görevlilerin de cezalandırılmasını istiyoruz.'

AŞAĞIDAKİ ŞİİR KEPAZELİĞİN DORUĞU OKUYUN İBRET ALIN..BUNA SÖYLENECEK BİŞİ VAR ALLAH BELANI VERSİN BAŞKA NE DENİR...BÖYLE BİR DİN VARSA YANİ KULA TAPILAN BİR DİN BEN DİNSİZİM...NE MUTLU BANA

İŞTE O KİTAPTAN179-182 Sayfalar `Tayyibim' isimli şiirden:

Nerede hürriyet, cumhuriyet. Bütün taşıdıkları kötü niyet. Sadebaşörtüsünde vardır diyet. Suçun şiir değil dini yaşaman. Nerede dinihür vicdanı hürler. Atatürk'ün yolunda yürüyenler, okullardan kızlarıkovuyorlar. Suçun şiir değil, dini yaşaman. Halkçılık, insan haklarınerededir. Nerededir imam hatipliler, kurslar. Okusa da işe alınmazbunlar. Suçun şiir değil, dini yaşamak. Tayyibim nerededir bu eşitlik.Bütün sevdikleri sarhoşluk, pislik. Deniz kıyısından bizler tiksindik.Nüfus cüzdanımızda dinimiz İslam, yaşayışta dinimiz Hristiyan. İşvermezler sonra mecbur yaşaman. Böyle yapanlar askeriyeymiş derler.Oradaki erler de bizim erler. Askeriyemiz yapmaz böyle şeyler. NeredeNecmettinler, Menderesler. Şart koşmuşlar leylek gibi açmayı,sindirmişler bunlar bizim atalarımızı. Oğlanla kız okurlarsa beraber,Sokaklar atılan çocuklarla dolar. Pamukla benzin ateşte durmazlar.Şuçun şiir değil, dini yaşaman

İŞTE KEPAZELİKTEN Bİ ALINTI DAHA...183. Sayfa,

`Dinsizler Gülüyor' isimli şiirden:Dinimi sömürüyor bu kargalar, dinsizler gülüyor bense ağlarım.Yaşanan görüntüler büyük dehşet, Türkiye'de yaşanıyor bu dehşet. BirAllahım bizden bu zulmü def et. Dinsizler gülüyor, bense ağlarım. Dinkardeşlerim size hayranım, bir hayatınız vardır buna yanarım. Gelbirleşelim bu dehşeti yıkalım. Dinsizler gülüyor, bense ağlarım.Birleşmezsek kardeşlerim eğer biz. Bu Allahsızlar bırakmaz tozumuz.Gelin verelim elele biz, dinsizler gülüyor bense ağlarım.

KEPAZE KİTAPTAN Bİ ALINTI DAHA119. Sayfa,

`Erkek Kardeşim' başlıklı bölüm:Senin kahraman ecdadın, namusu için can verdi. Sense bunları unuttun.Karışıp kafir, Müslüman denizlerde karını soydu. Yoksa kalmadı mıarın, inan senin ecdadın böyle yatağa yatmazdı. Eğer sen böylegidersen inan perişan olursun. Ne ukba kalır, ne devlet. Ne karınkalır ne avlat. Zaten kalmadı itaat. Gel kardeşim kendini topla. Sözdehanım giymiş şortu, görünüyor ayıp yeri. İnan ben utanıyorum, seninkalmadı mı gücün. Çıkamaz olduk sokağa. Onları görmeyeyim diye. Kadınhakkıymış güya. Biz hiç böyle hak görmedik. Erkek giymiş baştan sona,karı açmış baştan sona. Madem eşitlik var ise; onu da ört baştan sona.Hayvanı örtmüş tüyü ile, ayıp yerini kuyruğu ile. Bize vermiş engüzelini, sende örtün onun ile.

174. sayfada `Münacaat' şiirinin dördüncü kıtası:Soyunup sokaklara çıkanlara, arını namusunu unutanlara. Göster yaRab, bu güzel şeriatı. Kararmış kalpleri yıka ya Rab.

175. Sayfa `Münacaat' şiiri:Kötülük yapanları görmeyenleri, müminlere saldıran azgınları,Atatürk'e sığınan acizleri, kararmış kalpleri yıka Ya Rab. Atatürk'ünannesi örtülü iken başı beli açıkları koruyup, başörtümüze saldıranların kararmış kalplerini yıka Ya Rab. Bunca yapılanlarıunutup, ana baba köpekmiş gibi kaçanı, keyiflerince yaşayanlarınkararmış kalplerini yıka Ya Rab.

CEHALETİN BU KADARINA ÇÜŞ DENİR ARTIK...

EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜ ULUSALCILIĞI TERÖR KAPSAMINA ALDI

Emniyet Genel Müdürlüğü, ulusalcılığı terör sınıfına koydu. Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele ve Harekât Dairesi Başkanlığı'nın İçişleri Bakanlığı'na sunduğu brifingde ulusalcılık terör faaliyeti kapsamında değerlendirildi. Dosyada ulusalcılık şöyle tarif ediliyor: "Ulusalcı kesimler, devlet egemenliğinin özellikle AB sürecindeki yasal değişiklikler ile zedelendiğini ve ülkenin bağımsızlığını yitirdiği varsayımını temel almaktadır."
Milliyet Gazetesi'nin haberine göre Emniyet Genel Müdürlüğü'nün 2007 yılının Eylül ayında hazırladığı brifingde, ulusalcılık terör kapsamı içinde değerlendirildi. Terörle Mücadele ve Harekat Dairesi Başkanlığı'nın İçişleri Bakanlığı'na sunduğu dosyada, ulusalcılık aşırı sağ faaliyetler başlığı altında yer aldı. Ancak ulusalcılığın terör kapsamında yer almasının nedeni ise hayret verici.
Dosyada ulusalcılık şu ifadelerle anlatılıyor: "Ulusalcı kesimler, devlet egemenliğinin özellikle AB sürecindeki yasal değişiklikler ile zedelendiğini ve ülkenin bağımsızlığını yitirdiği varsayımını temel almaktadır."
Yani ulusalcılık bağımsızlığı savunduğu için terör kapsamına alınıyor. Brifing metninde bağımsızlık söylemi etrafında geçmişte sol, sağ ve dinsel arka plana sahip grupların söylem, propaganda ve eylem birliği içinde davrandıkları da ifade edildi.

AKP yönetimi çıkış yolu arıyor

Partinin kapatılmasını önlemek için anayasa değişikliği üzerinde çalışan AKP yönetimi, parti içinde fire endişesi taşıyor. Bazı milletvekilleri, dava sürecinde anayasa değişikliği yapılmasını doğru bulmuyor ....
DEMEK Kİ SUÇLU OLDUĞUNUN BİLİNCİNDE... SUÇLULUK TELAŞINDA...
ÖYLE OLMASA SUÇUNA KILIF HAZIRLAMAK YERİNE "ADAM" GİBİ AVUKATLARINI TOPLAR VE SAVUNMASINI HAZIRLARDI...
Anayasa değişikliği yaparak AKP'nin kapatılmasını önlemeyi amaçlayan parti yönetimi, parti içindeki farklı görüşler nedeniyle fire yaşanabileceği endişesi taşıyor. Bakan ve parti yöneticilerinin "nabız yoklama" yemeğinde, milletvekillerinden "Anayasa değişikliğinin zamanlaması doğru değil", "Partiyi kapatacaklar, mutlaka anayasa değişikliği yapılmalı, ama geniş kapsamlı bir paket getirilmeli " gibi öneriler geldi. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek , hem Başbakan Tayyip Erdoğan 'ı hem de partiyi kurtaracak bir formül aradıklarını söyledi.
Dava kafaları karıştırdı
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya 'nın AKP hakkında kapatma davası açmasının ardından yaşanan gelişmeler, AKP'de kafaların karışmasına neden oldu. Kapatma davasından kurtulmak için anayasa değişikliği üzerinde çalışan AKP, MHP ile uzlaşma olasılığının uzak görülmesi, DTP ile yapılacak bir uzlaşmanın partiye zarar vereceği ve parti içinde anayasa paketine mesafeli yaklaşan çok sayıda milletvekilinin olması nedeniyle nasıl bir yol izleneceğini netleştiremiyor. Parti içinde, AKP'nin tek başına getireceği bir anayasa değişikliğinin partide oluşabilecek fireler nedeniyle TBMM Genel Kurulu'nda reddedilme olasılığı yönetimi korkutuyor.
DEMEK Kİ AKP İÇİNDE KORKU DAĞLARI SARDI... BİRİLERİ CUMHURİYETLE OYNAMANIN ATEŞLE OYNAMAK OLDUĞUNUN BİLİNCİNE VARDILAR...

Hem Erdoğan hem AKP
AKP yöneticileri, bu nedenle hızlı bir trafikle milletvekilleriyle 60'ar kişilik gruplar halinde yemekte buluştu. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, milletvekillerinin "MHP'nin ipiyle kuyuya inilmez" biçimindeki uyarıları üzerine, Başbakan Erdoğan'ı yasaklı konuma düşürecek hiçbir öneriyi kabul etmeyeceklerini söyledi. Çiçek, hem Erdoğan'ı hem de AKP'yi kurtaracak bir çözüm aradıklarını söyledi. Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı ise ortada bir hukuk garabeti olduğunu ileri sürerek geçmişte RP'nin kapatılması sırasında Anayasa Mahkemesi'nin resen hem Siyasi Partiler Yasası'nda parti kapatmayı güçleştiren maddeyi iptal edip arkasından partiyi kapatabildiğini anlattı.

Kapsamlı paket önerisi
Eski TBMM Başkanı Bülent Arınç ise FP'ye kapatma davası devam ederken DSP-MHP-ANAP hükümetinin kapatmayı zorlaştıran bir düzenlemeye imza attıklarını anlattı. "Ecevit'in demokrasi anlayışını, kendisini sol alarak gösterenlere örnek gösteriyorum" diyen Bülent Arınç, parti kapatmaya karşı bir düzenleme yapılması gerektiğini, bunun içinde dokunulmazlıklarla ilgili yeni bir tanımlamanın da yer alması gerektiğini söyledi. Bazı milletvekilleri, dünkü toplantılarda "Kapatma davası haksız, AKP bunu hak etmiyor. Partinin kapatılmasına seyirci kalamayız. Mutlaka bir anayasa değişikliği yapılarak bunun önüne geçmeliyiz. Halkoylamasını da göze almalıyız" görüşünü dile getirirken bazı milletvekilleri de "Anayasa paketinde yalnızca siyasi partilerin kapatılmasıyla ilgili maddelerin olması doğru değil. Kapsamlı bir anayasa paketi getirilmeli, paketin içinde AB'le ilgili demokratikleşme adımları ve özgürlüklerin genişletilmesine ilişkin düzenlemeler de olmalı" dediler.

'Savunma yapılmamalı'
AKP Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu 'nun ardından Ankara Milletvekili Salih Kapusuz da partinin savunma yapmamasını önerdi. Kapusuz, "Anayasa Mahkemesi'nde bu iddianame karşısında savunma yapmayalım. Böylece davayı da iddianameyi de reddetmiş oluruz" dedi. Bazı milletvekilleri, "Türkiye'nin bölünmesine yönelik bir zemin hazırlanmak isteniyor. DTP, kapatılacak. Eğer AKP de kapatılarsa Doğu ve Güneydoğu'dan oy alabilen, bölgeyi temsil eden hiçbir parti kalmayacak. Bu durum çok tehlikeli olur ve ülkenin bölünmesine doğru gider" görüşünü dile getirdiler.

29 Mart 2008 Cumartesi

seçimde hile olur mu?



Seçimde hile olur mu? lütfen dikkatle okuyun. Bu aynı tarz 2. iddia olup, daha ciddi görünüyor.
IDK
___________________________________________________________________________________
İyi de bunu başkaları, YSK ya da savcılar göremiyor mu?
22 TEMMUZ SECIM SONUCLARI BILGISAYARDA NASIL DEGISTIRILDI?
Gerçek milletvekili sayisi
AKP = 190
CHP = 190
MHP = 150 olacakti.
22 Temmuz sonuclarini AKP'nin ve Erdogan'in kendisi de beklemiyordu cunku bu secim sonuclarini degistirme sahtekarligi onlardan habersiz yapildi.
Halk ve AKP, bu secim sonucuna Tarhan Erdem'in (CHP Eski Genel Sekreteri) sozde anket sonuclariyla psikolojik olarak hazirlandi.
Turkiye genelinde Turkiye toplaminin %25 oylari secimin bitmesinin ilk bir
saatinde merkez bilgisayari uzerinden tamamen AKP'ye aktarildi ve AKP secime %25 oyla baslarken digerleri sifir oyla basladi ve sonra normal dağılıma birakildi.
Bu yuzden AKP'nin gercek oylari %47 degil % 22-%28' arasindadir. Bunun en buyuk kaniti da benim ve birkac arkadasimin inceledigi tum YSK sonuclarinda hicbir sandikta AKP oyunun %25 altina dusmemesidir.
Yani Turkiye'nin her sandik bolgesinde dort kisiden en az birinin A KP'ye oy
vermesi mumkun mudur? Ozellikle Cankaya'da, Alsancakta ve diger tum
Ataturkcu ve milliyetci sandik bolgelerinde ve sehirlerinde, kasabalarinda,
semtlerinde, koylerinde... HAYIR mantik olarak kesinlikle mumkun degildir.Secimden emperyalist guclerin istedigi sonuclar cikti, Turkiye'nin verdigi oylar degil!

SECIM SONUCLARI NASIL DEGISTIRILDI?
Secim sonuclarinin hizli bir sekilde duyurulmus olmasi 22 Temmuz
secimlerinin sonuclarina golge dusurmek icin yeterli mi? Ya da YSK'nin bu
secime kismi bir bilgisayar sistemi ile girmis olmasi? Bizce yeterli.
Ozellikle gizli servislerin dunyada bircok secime mudahele ettigi gercegini
de gozonune alirsak Iste biz saydigimiz bu olasiliklari inceleyip su sonuca
vardik:
Gizli servislerin secimleri etkilemeleri 1948 Italya secimleriyle basladi,
daha sonra Turkiye'de 1954 seçimleriyle devam etti ve bircok ulkede
yapilan ve yapilmaya calisilanlardan sonra bugunlere gelindi. B ugun
secimlerin sonuclari degistirmek bilgisayar ortaminda daha kolaydir.
Turkiye'deki secimde hilenin nasil yapildigini su anda son asamasinda
inceledik ve secim gecesinde tahmin ettigimiz gibi hile yapildigi olasiligi
cok yuksektir ve bazilarinin disinda bu mudahale yapilirken kimsenin ruhu
da ne yazikki duymadi. Hatta AKP'liler de hilenin nasil oldugunu
bilmedikleri icin secimde basarili olduklarini zannettiler.
Su anda secim sandik sonuclarinin cogunlugunu tek tek kontrol ettik ve
yuzdelerini dikkatle inceledik, bulgular tam tahmin ettigimiz gibi, sonuclar
bilgisayarda saat 5:30'da ilk secim soncularinin gelmeye asladigi zaman il
il degistirildi, AKP secime %25 fazla oyla basladi, elimizde tum sandik
sonuclarinin imzali belgeleri olsa yapilan hile hemen gorulebilir.
Su ana kadar gordugumuz durum AKP'nin hicbir sandikta %25 altina
dusmemesidir. Her sandiktan en az %25 AKP'ye oy cikmasi mumkun mudur? Hayir! Çünkü cok part ili demokrasilerde her bolgeden ne sekilde oy cikmasi matematiksel olarak milyonda bir olasiliktir ve mantiksal olarak mumkun degildir. Peki bu %25'e tekabul eden yaklasik 7- 8 milyon oy nereden ortaya cikmistir?
Nufus kutukleriyle secmen kutukleri arasindaki 7 milyon farktanmi; yani
muhalefet oylarinin bir kisminin yok edilmesindenmi? Yoksa diger partilerin
oylarinin secimin ilk bir saatinde sifirlanip AKP'ye aktarilmasi ve secimin
diger partiler %0 ile baslarken AKP'nin %25 ile baslamasi mi?
Her ikisi de mumkun. Fakat bir gercek var ki kesinlikle gozardi edilemez.
Secimin ilerleyen saatlerinde oylari dusen bir partinin (AKP) %25 ile
baslayip secimi kaybetmesi imkansizdir.
Iste hile de buradadir !
Hilenin sekli: Basindan beri tahmin ettigimiz bu yöntem, sandik secim
sonuclariyla bu iddiamizi tamamen guclendirdi.
Secim sonuclari YSK merkez bilgisayarindan, ilk secim sonuclarinin gelmeye
basladigi saat 5:30 civari nda 15-20 dakika içinde bir gorevli tarafindan
degistirildi veya “hack” edildi.
AKP %25 oyla secim yarisina baslarken digerleri de % 0 oyla basladi ve saat 6:00-6:30 arasi o ana kadar alinan sonuclarin Turkiye'nin %50 'si oldugu ilan edildi.
Bu ayarlamadan sonra AKP'nin oylari dusse de veya digerlerinin yukselse de AKP'nin secimi kaybetme ihtimali yoktu.
Plan AKP'nin en az 367 milletvekili cikaracak kadar yani Turkiye'nin en az
%50 oyunu alabilecek sekilde yapildi. Oysaki ileriki saatlerde sonuclar aciklandigindan mudahale yapilamadı. Bu yuzden AKP'nin oylari dusmeye ve CHP, MHP'nin oylari yukselmeye basladi, GP ve DP'nin oylari da sifirdan basladigindan oylari yukselse bile %10 barajini asma olanaklari yoktu.
Mantiki ve matematiksel olarak secim sonuclarinda ilk bir saatte Turkiye'nin %50 oyunu almayi basarmis bir partinin, diger yuzde ellilik oylar da okunduktan sonra daha da yukselmesi gerekmektedir. Fakat oyle olm adi, merkez bilgisayari sonuclarina ilk bir saatte yapılan mudahale secimin sonucunu tamamen AKP lehine degistirdi.
Dikkat ettiyseniz web sitesindeki secim sonuclarindaki pdf. formatli
dokumanlar excel veya access programindan uygulanmış. Yani ana dokumanda yapacaginiz bir degisiklik otomatikman diger tum il ve sandik sonuclarini degistirebilir. Sandik secim sonuclari fotokopi/scan yoluyla pdf dosyasi yapilmamis. Bu da suphelerimizi tamamen dogruluyor.
Izmir'de AKP'nin CHP ile ayni sayida oy alip 5 er milletvekileri cikarmalari
olanaksizdi. Ama mudahale sonrasi ilk bir saatte, AKP'nin mudahale sayesinde (%25 + gercek deger) olarak degistirilen oylari, normal oylarin gelmesiyle %30'a kadar geriledi.
Yani tum Turkiye sonuclarina mudahele olmasa AKP'nin gercek oylari gercekte %22 , %28 veya %30 civarinda olacakti.
CHP, MHP ve diger partilerin oylari gercekte ortalamada birbucuk katina
yakindi. CHP o zellikle Izmir'de 1 milyon secmen uzerinden oylarin %60'ini alip 5 milletvekili yerine 8-9 milletvekili cikaracakti ve AKP'nin Izmirdeki toplam oy orani %13 olarak cikacakti.
Ayni orani Turkiye'ye uygularsak AKP'nin gercek milletvekili sayisi 190,
CHP'nin 190 ve MHP'nin ise 150 olacakti.
Artik eskisi gibi sandiklarda hile yapmaya gerek yok. Basit bir bilgisayar
mudahalesi bir ulkenin kaderini iste boyle cizebiliyor.
Bu konuda tek izlenecek yol; Anayasa Mahkemesi'nin huzurunda tum imzalari kontrol edilmis sandik secmen kagitlarindaki secmen sayisinin ve sandik secim sonuclarinin YSK elektronik kayitlariyla tek tek karsilastirilmasi, YSK bunu yapabilir fakat yapmiyor, Hatta sandik dokumanlarinin aralarindan 100 adedini secip fotokopi yoluyla
ellerindeki elektronik dokumanlarla birlikte web sitesine koyabilir ve
karsilastirma bu sekilde yapilabilir. Ama bunu yapmiyorlar ve sandik
sonuclarini web sitesine elektron ik dokuman halinde koyuyorlar. Koymalari gereken imzalarla birlikte gercek sandik dokumanlarinin fotokopi dosyasidir (pdf halinde)elektronik dokumanlar degil.
Endiselendigimiz nokta, yakinda birileri bu isin uzerine gidebilir ve
gercek ortaya cikar diye elektronik kopyalari var bahanesiyle merkeze
getirilen sandik resmi belgelerini imha etme yoluna bile gidebilirler.
Dr. Canan Tekin Altinel
Deniz Yildizi Egitim Kulturr ve Dayanisma Dernegi Baskani
Assist. Prof. Dr. Haluk ÖZMEN
Karadeniz Technical University
Fatih Faculty of Education
Department of Science Education
61335 Sogutlu-Trabzon-TURKEY
Tel: (0 462) 377 72 90
http://enformatik.ktu.edu.tr/eakademik/2115/

ÖLÜME MEYDAN OKUMAK

belki siz Gani Müjde'nin bu yazısını biliyorsunuzdur ama ben yeni okudum ve paylaşmak istedim.

Türban protestolarında depremi ima ederek 7.4 yetmedi mi diye pankart taşıyan türbanlı kıza Gani Müjdenin cevabı. Hiç yorum yapmaya lüzum bırakmamış.7,4 Yetmedi mi?Bir hafta önce türban protestoların sırasında "7.4 yetmedi mi?" pankartını açan sevgili kardeşime seslenmek istiyorum bugün... 20 bin insanın acısı ve cenazesi üzerine politika yapmaya kalkan "o güzel insana" bir çift sorum var. Ey mantosu uzun, aklı kısa kardeşim benim. 7.0 yetmedi mi?Senin okuduğun gazeteler yazdı mı bilmiyorum ama Amerika'nın, hani o gavur ve Hıristiyan Amerika Birleşik Devletleri'nin,hani o Siyonistlerle iş birliği yaptığı için her yerde bayrağını yaktınız ABD'nin Los Angeles şehrinde 7.0 büyüklüğünde bir deprem oldu bacım...Neredeyse bizimkine yakın bir deprem. Bizde ayni şiddetteki bir deprem 20 bin kişi ölüp 20 bin kişi sakat kalırken,gavur,Hıristiyan ve Siyonist dostu Amerika'da sadece 2 kişi yaralandı güzel ablam. Şimdi türbanlı başını ellerinin arasına alıp düşünüyor musun acaba?Sakarya gibi muhafazakar bir bölgede Allah binlerce Müslümanı öldürerek cezalandırıyorsa eğer, Hıristiyanlara ve Siyonist dostlarına niye kıyak geçiyor?Seks shoplarıyla, porno filmleriyle tüm dünyaya "seks","uyuşturucu" ve "günah" ihraç eden bu ülkenin Allah katında ayrıcalığı ne olabilir ki güzel annem?Oysa adım gibi eminim Sakarya'da,Gölcük'te hayatlarını kaybedenlerin çoğu ölmeselerdi eğer sabah ezanı ile birlikte camilerin yolunu tutacaklardı.Üç aylarda oruç tutacak, Ramazan'da devrilmeyen minarelerin ışıklarıyla birlikte senin ağzına adı bile yakışmayan Allah'ın adı ile birlikte oruçlarını açacaklardı. E nooldu şimdi? 7.0 yetmedi mi güzel ninem? Eğer her coğrafya olayını, her doğal afeti bilimin ve aklın süzgecinden geçirmeden böyle yorumlarsan bu ülkenin yarısı her deprem felaketinden sonra dinsiz olur güzel hala kızım... Fay hattında 10 katlı binalara izin veren şapşal belediyecilik anlayısını, deniz kumundan inşaat yapan edebiyatçı muteahitleri, depreme dayanıklı konut üretme çabalarını, hırsızları, uğursuzları bir kenara bırakıp her şey ilahi kudretin intikamı olarak açıklarsan bu deprem 10 yıl sonra gene aramızdan binlerce "dinsizi" alır gider güzel amca kızım..Beynin var mı bilmiyorum, betonların altında inleyerek can veren 20 bin insanı, kadını,çocuğu ve bebeği bir kalemde günahkar diye silip atan kuş beynini türbanın altında görmek mümkün olamıyor cünkü, ama bence bu yazıyı oku ve bütün gece uyumadan düşün. Allah'ın kullarına böyle cezalar verebileceğini hala düşünüyorsan da git Hıristiyan ol...Çünkü senin bu mantığına göre Allah onları daha çok seviyor. "Gavurlar" hem senden daha zengin, hem de evleri tepelerine yıkılmıyor. Gani MUJDE

BASSAVCI KONUSTU:TüRBAN UYARISINA KULAK VERiLSEYDi BU DAVA OLMAZDI.

Yazıdan özet;
Hazırladığı AK Parti'yi kapatmaya ilişkin iddianame ile tüm gözlerin üzerine çevrildiği Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, "Davadan ve iddianameden eşimin bile haberi yoktu. O da sizler gibi televizyonlardan öğrendi" dedi. Kendisi gibi eşi de hakim olan Başsavcı Yalçınkaya böylelikle, özellikle Ergenekon Operasyonu çerçevesinde dillendirilen ve iddianamenin İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in bilgisayarına iki gün önce gönderildiğine ilişkin iddialara da son noktayı koymuş oldu.
Beni son günlerde kamuoyunda kullandığı türban nedeniyle gündeme oturan özel kalem müdiresi N. Hanım karşıladı.
Bir ara söz Abdurrahman Yalçınkaya'nın 17 Ocak 2008 tarihinde türban ile ilgili Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinin değişikliğine ilişkin çalışma nedeniyle yaptığı açıklamaya geldi. Bizim medya olarak çok sert bulduğumuz o açıklama, Yalçınkaya'ya göre "çok samimi"ydi. Edindiğim izlenim, eğer o samimi açıklamadan sonra hükümet ya da AK Parti geri adım atsa, ya da bu konudaki çalışmasını durdurabilseydi belki bugün bu kapatma davası ile karşılaşmayacaktık. Gül, cumhurbaşkanı olarak görevini yapmaya devam edebilecek. Ancak bu sürede tabii ki toplumda "herkesin ve her kesimin cumhurbaşkanı olma" âlgısını yükseltmesi gerekecek. Sadece eğer parti kapatılırsa ve siyasi cezası nedeniyle partinin başına geçemeyecek. Cezanın 5 yıl olması halinde, görev süresi bittiğinde cezasının biteceği de varsayılırsa, yeniden cumhurbaşkanı seçilmesinin bile önünde engel yok Şu anda ek iddianame yok ama gelişmeler değerlendirilecek. Tabii bu şu an için yok. Bundan sonra olmayacağı anlamına gelmiyor. Venedik kriterleri. Ayrıca edindiğim bir başka izlenim AK Parti'nin üzerinde çalıştığı "Venedik Kriterleri" iddianameye göre zaten AK Parti'nin bu kriterlerin çiğnediği yönünde. Dava sürerken böyle bir yasa bu bölümü de kadük hale getirir mi buna Anayasa Mahkemesi karar verecek.
Başsavcı'nın 17 Ocak tarihli türban uyarısı(özet)
Bağımsız ve egemen olan her devletin, partiler üstü olan bir devlet politikası vardır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin devlet politikası, işgal güçlerinin yurttan çıkarılıp, Lozan Anlaşması sonucu ülke sınırlarının yeniden belirlenmesi ve kurucu devlet ve kurucu meclis tarafından yapılan 1924 Anayasası ile belirlenmiştir. 1982 Anayasası ile de anılan devlet politikası, değiştirilemez hükümleri de konulmak suretiyle koruma altına alınarak başlangıç hükümleri ve ilk dört madde açıklanmıştır. Cumhuriyet yönetiminin ilkesi olan halkın egemenliği kuralı gereği de halk oyu ile kabul edilmiştir. Cumhuriyetin temel ilkelerini, 85 yıllık kazanımlarını yok saymak, özgürlüğü çağdaşlaşma yerine dini esaslar çerçevesinde ele alarak etnik gruplara, mezheplere, ırkçılara haklar vermek olarak görmenin ve tartışmanın ülkeye yarar getirmeyeceği halkı önce bilinçlendirmeye, ayrıştırmaya sonra da çatışmaya götüreceği açıktır.
Eğitim ve öğretim kurumlarında bazı giysilerin kullanılmasının özgürlük sayılıp, özgürlükler içine alınmasının, mezheplerin, cemaatlerin ırkçı örgütlerin ayrılıkçı güçlerin sembollerini rahatça kullanacakları, yayacakları, eğitim görenleri örgütleyerek huzursuzluğa, saflara ayıracağı, eğitim ve öğretim kurumlarının yukarıda sayılan etkin örgütlerin alanı haline getireceği, laik ve üniter yapıya aykırı bir faaliyet alanına dönüştüreceği yüce milletimiz ve ülke ile milletin koruyucusu olan yasalar önünde sorumluluğun anayasa ve yasalar gereği bu yönde beyan ve faaliyetlerde bulunan siyasi partilere ait olacağı gözden kaçırılmamalıdır. Siyasi partiler; mevzuatın veya yasal ve anayasal yapının değiştirilmesi konusunda girişimde bulunurken önerilen kuralların ve buna ulaşmadaki faaliyetlerin her bakımdan yasal ve demokratik olmasına dikkat etmelidir.
Önerilecek değişikliğin kendisi temel demokratik prensiplerle Anayasa'da belirtilen insan hakları ile, Atatürk milliyetçiliği ile laik ve sosyal hukuk devleti ile bağdaşmalıdır.
Demokrasinin bir veya birçok kuralına uymayan veya cumhuriyetin temel ilkelerinden olan laik ve üniter yapıyı, demokrasiyi yok etmeyi amaçlayan ve de demokrasinin tanıdığı hak ve özgürlükleri yasadışı yorumlarla tarif ederek oluşturulan siyasi projeleri öne süremeyecekleri, bu nitelikteki beyan ve eylemlerin gerek iç hukuk gerekse de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi korumasından yararlanamayacağı gözetilmelidir

TüRBAN UYARISINA KULAK VERiLSEYDi BU DAVA OLMAZDI
Nuray Başaran / REFERANS
Hazırladığı AK Parti'yi kapatmaya ilişkin iddianame ile tüm gözlerin üzerine çevrildiği Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, "Davadan ve iddianameden eşimin bile haberi yoktu. O da sizler gibi televizyonlardan öğrendi" dedi. Kendisi gibi eşi de hakim olan Başsavcı Yalçınkaya böylelikle, özellikle Ergenekon Operasyonu çerçevesinde dillendirilen ve iddianamenin İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in bilgisayarına iki gün önce gönderildiğine ilişkin iddialara da son noktayı koymuş oldu. Davanın açılmasından sonra belki de ilk kez konuşan Yalçınkaya ile aslında "of the record" bir görüşme yaptım. 1 saat 15 dakika süren görüşmenin bazı bölümlerini ve izlenimlerimi yazacağım. Bu nedenle de tamamı "off the record" olan görüşmeden izlenim yazmanın da zorluğunu elbette takdir edersiniz. Yazımın başındaki eşi ile ilgili bölüm için ise zorlukla da olsa izin alabildim. Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya'yı kapatma davasının hemen ertesi günü telefonla aramıştım. Özel kalemi haliyle, "Nuray Hanım biliyorsunuz bugünlerde başsavcımız hiç bir basın mensubu ile görüşmeyi uygun bulmuyor. Sizinle de özel diyaloğunu biliyoruz ama eğer randevu veremezsek kusura bakmayın" dediler. Ben de Başsavcım ile olan iyi diyaloğuma güvenerek kendisinin kahvesini içmeye geleceğimi, elbette bugünlerdeki hassasiyetini anladığımı söyledim. Doğrusu bu nezaket aynı şekilde devam etti. Ertesi günü sabah saatlerinde bizzat kendisi beni aradı. Ve bu durumu o da dile getirdi. Ama yine de bana randevu vereceğini de söyledi. Önce iki gün sonraya randevu verdi. Ardından özel kalemi görüşmemizi dün yani 28 Mart saat 13.15'e aldı. Türbanlı memure beni karşıladı
Saat tam 13.00'te Yargıtay Başsavcılığı'ndaydım güvenliğe misafir olarak adım bırakıldığı için hemen özel kaleme çıkarıldım. Beni son günlerde kamuoyunda kullandığı türban nedeniyle gündeme oturan özel kalem müdiresi N. Hanım karşıladı. Giyimi çok moderndi. Kahverengi pantolon, kahverengi tişört ve üzerinde de elde örülmüş açık kahve renkte bir tunik ve saçları arkadan toplanmış "at kuyruğu" modeliydi. Dediğim gibi, Yalçınkaya başta olmak üzere A'dan Z'ye nezaket kokuyor Yargıtay Başsavlığının her köşesi. Başsavcı Yalçınkaya'nın yemekten dönmek üzere olduğunu söyleyip, beni hemen odasına aldılar. N.Hanım'ı görür görmez hatırlamıştım. Çünkü bu kişi Başsavcı Yalçınkaya'nın göreve başladığında ilk ziyaret ettiğim gün kendisiyle birlikte bizim resimimizi çeken kişiydi. Derken Yalçınkaya odaya geldi. Elbette ilk söylediği, tüm görüşmenin dost sohbeti olduğuydu. Önce kendisine ne kadar zamanım olduğunu sordum. "Yeterince var. Rahat olun" dedi. Dedim ya, Abdurrahman Yaçınkaya ile görüşürken kendinizi misafir gibi hissetmiyor, bir yakınınızla konuşuyor hissine kapılıyorsunuz. Öncelikle belirtmek isterim ki şimdi yazacağım herşey sohbetten edindiğim izlenimden ibarettir. Yazımın başındaki eşine ve iddianamenin kimsede olmasının mümkün olmadığına ilişkin kısım ise sohbetin sonunda özellikle izin aldığım bölümdür. Bu konuda da kendisini zor ikna ettiğimi söyleyebilirim. Tabii sayfada yayınlanan resmimiz ile ilgili de ikna süreci zor oldu diyebilirim. Çiçeklerin çokluğu dikkat çekici
Tanıdığım Yalçınkaya'dan yola çıkınca, bir defa eskiye göre daha suskun olmayı tercih ediyordu. Odada çiçeklerin çokluğu dikkatimi çekti. Hepsi de daha dipdiri olduğu için bir çoğunun davadan sonra gelen tebrik çiçekleri olduğunu hissettim. Doğrusu odadaki çiçek sayısı mobilyaları görünmez kılıyordu. Yalçınkaya sık sık, artık iddianameyi bıraktığını ve başka konularda uğraştığını, belirtip, "O kamuya ait. Bundan sonrası benim değil" vurgusu yaptı. Ayrıca titizliği yargıdaki bir davaya müdahale etmek istemiyordu. O'nun görevi bu iddianameyi hazırlamaktan ibaretti. Bunu da ona yasalar sorumluluk olarak vermişti. AK Parti türban uyarısına kulak verse dava olmayacaktı
Sonra söz iddianame ve kapatma davasının ardından, Türkiye'nin bir anda nasıl kaos yaşadığı ve son birkaç gündür başta Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) ve sivil toplum kuruluşları (STK), ardından da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün parti liderleriyle gerilimi durdurma amaçlı olan açılımlarına geldi. Yalçınkaya'dan edindiğim izlenim, bundan sonra süreç sakin geçecek. Yargıya intikal eden bir konu. Ve yargı bu konuda kararını verecek. Ve bu süreçte kendisi hiç konuşmayacak. Yeni bir dalgalanma ya da yeni heyecanlara da bu çerçevede yer yok. Hatta ekonomik dalgalanma bile olması çok düşük ihtimal. Elbette iddianame daha çok gazete haberlerine dayanıyor ama bu da hukuken yasal. Ancak eğer bu sürede gerçekten Raportör Osman Can'ın raporunda yer aldığı iddia edildiği gibi, bazı gazete haberlerinin daha sonra yayınlanan ve gözden kaçan tekzipleri varsa, bunlar yargı süresince değerlenecek.
Bir ara söz Abdurrahman Yalçınkaya'nın 17 Ocak 2008 tarihinde türban ile ilgili Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinin değişikliğine ilişkin çalışma nedeniyle yaptığı açıklamaya geldi. Bizim medya olarak çok sert bulduğumuz o açıklama, Yalçınkaya'ya göre "çok samimi"ydi. Edindiğim izlenim, eğer o samimi açıklamadan sonra hükümet ya da AK Parti geri adım atsa, ya da bu konudaki çalışmasını durdurabilseydi belki bugün bu kapatma davası ile karşılaşmayacaktık. Siyasi yasak Gül'ün cumhurbaşkanlığını etkilemez
Kuşkusuz bu iddianamenin bir başka önemli yanı ilk kez bir cumhurbaşkanının da iddianamede yer alması. Dolayısıyla da son zamanlarda, bu konu bir çok hukukçunun gündeminde. Ve kafalar da çok karışık. Sanırım Abdullah Gül'ün siyaseten yasaklanması, sadece siyaset yapamama durumuna neden olduğu için cumhurbaşkanlığı görevini etkilemeyecek. Gül, cumhurbaşkanı olarak görevini yapmaya devam edebilecek. Ancak bu sürede tabii ki toplumda "herkesin ve her kesimin cumhurbaşkanı olma" âlgısını yükseltmesi gerekecek. Sadece eğer parti kapatılırsa ve siyasi cezası nedeniyle partinin başına geçemeyecek. Cezanın 5 yıl olması halinde, görev süresi bittiğinde cezasının biteceği de varsayılırsa, yeniden cumhurbaşkanı seçilmesinin bile önünde engel yok Şu anda ek iddianame yok ama gelişmeler değerlendirilecek
Öte yandan son zamanlarda dillendirilen, özelllikle kapatma davasının ardından AK Partililerin konuşmalarına ilişkin bir değerlendirme olarak kamuoyunda çok konuşulan, ek bir iddianamenin olmadığı izlenimini edindim. Tabii bu şu an için yok. Bundan sonra olmayacağı anlamına gelmiyor. 40 civarında milletvekiline siyasi yasak gelebilir
Bilindiği gibi iddianamede başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da aralarında bulunduğu 71 kişinin siyaseten yasaklanmasına ilişkin talep de yer alıyor. Tabii ki bu 71 kişi, kendilerini tek tek savunma hakkına ve hukuken böyle bir duruma sahip değiller. Parti ve partinin üyelerini parti adına savunma yapacak kişiler savunabilecek. Bu çerçevede özellikle raportör'ün raporunda belirttiği iddia edildiği gibi, bazı gazete haberlerine, ilgili şahıslar daha sonra tekzip göndermiş ya da kendilerini bir şekilde aklamışlarsa, bunlar da kanıtlanabilirse, bu yasağı mahkeme düşürebilecek. Ama en az 40 milletvekilinin bu kapsama girmesi zor görünüyor. İddianame Yargıtay'da görevli 3 savcı ile hazırlandı
İddianame özel olarak üstünde oturulup çalışılmış veya özel hazırlatılmış bir rapor değil. Bu tür iddianameler kamu adına zaten Yargıtay Başsavcılığının siyasi partileri izleme görevi noktasında sürekli olarak yapılan bir çalışmanın ürünü. Ancak buna karşılık çok dar, Yargıtay'da görevli Yalçınkaya'nın çok güvendiği üç savcı tarafından son şekli verilmiş ve bir çok belge, bilgi ve ihbara dayalı. Venedik kriterleri
Ayrıca edindiğim bir başka izlenim AK Parti'nin üzerinde çalıştığı "Venedik Kriterleri" iddianameye göre zaten AK Parti'nin bu kriterlerin çiğnediği yönünde. Dava sürerken böyle bir yasa bu bölümü de kadük hale getirir mi buna Anayasa Mahkemesi karar verecek. Başsavcı'nın 17 Ocak tarihli türban uyarısı Cumhuriyet'in temel ilkelerini, 85 yıllık kazanımlarını yok saymak, özgürlüğü çağdaşlaşma yerine dini esaslar çerçevesinde ele alarak etnik gruplara, mezheplere, ırkçılara haklar vermek olarak görmenin ve tartışmanın ülkeye yarar getirmeyeceği halkı önce bilinçlendirmeye, ayrıştırmaya sonra da çatışmaya götüreceği açıktır. Siyasi partilerin; cumhuriyetin laiklik niteliğinin değiştirilmesi amacını güdemeyecekleri gibi bu amaca yönelik faaliyetlerde, beyanlarda bulunamayacakları, bu kuralı göz ardı etmenin laiklik ilkesinin korunmasını imkansız kılacağını keyfiliğe yol açacağını, devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince kutsal tanınan hususları alet ederek propaganda konusu yapamayacakları, istismar edemeyecekleri kötüye kullanamayacakları, aksine faaliyet ve beyanların din ve dince kutsal sayılan şeylerin istismarı sayılacağını, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri, Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak geliştirmek veya yaymak yoluyla ülke üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını, bölünmez bir bütün olan ülkede, bölgecilik veya ırkçılık maksadını, Türkiye Cumhuriyeti'nin dayandığı devletin tekliği ilkesini değiştirmek amacını, güdemeyecekleri bu yolda faaliyetlerde bulunamayacakları, bu kuralları görmezlikten gelmenin azınlık yaratılmasını ve devletin tekliği ilkelerini zayıflatacağı, dil, ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacını güdemeyecekleri, bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamayacakları, diğer halde demokratik devlet düzeninin korunmasının olanaksız olacağı, Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetlerin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamayacağı,anayasa ve yasalarda hüküm altına alınmış, ayrıca yaptırımları gösterilmiştir. Millet iradesiyle kurulan yasa koyucunun, ülke ile millet bütünlüğünün bozulmasını önlemek amacıyla toplumun huzuru, milli dayanışma için, her türlü kuşkudan uzak düzenli bir yaşam ortamını sağlamak maksadıyla bu hükümleri ve yaptırımları saptamıştır. Bağımsız ve egemen olan her devletin, partiler üstü olan bir devlet politikası vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin devlet politikası, işgal güçlerinin yurttan çıkarılıp, Lozan Anlaşması sonucu ülke sınırlarının yeniden belirlenmesi ve kurucu devlet ve kurucu meclis tarafından yapılan 1924 Anayasası ile belirlenmiştir. 1982 Anayasası ile de anılan devlet politikası değiştirilemez hükümleri de konulmak suretiyle koruma altına alınarak başlangıç hükümleri ve ilk dört madde açıklanmıştır. Cumhuriyet yönetiminin ilkesi olan halkın egemenliği kuralı gereği de halk oyu ile kabul edilmiştir. Cumhuriyetin temel ilkelerini, 85 yıllık kazanımlarını yok saymak, özgürlüğü çağdaşlaşma yerine dini esaslar çerçevesinde ele alarak etnik gruplara, mezheplere, ırkçılara haklar vermek olarak görmenin ve tartışmanın ülkeye yarar getirmeyeceği halkı önce bilinçlendirmeye, ayrıştırmaya sonra da çatışmaya götüreceği açıktır. Eğitim ve öğretim kurumlarında bazı giysilerin kullanılmasının özgürlük sayılıp, özgürlükler içine alınmasının, mezheplerin, cemaatlerin ırkçı örgütlerin ayrılıkçı güçlerin sembollerini rahatça kullanacakları, yayacakları, eğitim görenleri örgütleyerek huzursuzluğa, saflara ayıracağı, eğitim ve öğretim kurumlarının yukarıda sayılan etkin örgütlerin alanı haline getireceği, laik ve üniter yapıya aykırı bir faaliyet alanına dönüştüreceği yüce milletimiz ve ülke ile milletin koruyucusu olan yasalar önünde sorumluluğun anayasa ve yasalar gereği bu yönde beyan ve faaliyetlerde bulunan siyasi partilere ait olacağı gözden kaçırılmamalıdır. Siyasi partiler; mevzuatın veya yasal ve anayasal yapının değiştirilmesi konusunda girişimde bulunurken önerilen kuralların ve buna ulaşmadaki faaliyetlerin her bakımdan yasal ve demokratik olmasına dikkat etmelidir. Önerilecek değişikliğin kendisi temel demokratik prensiplerle Anayasa'da belirtilen insan hakları ile, Atatürk milliyetçiliği ile laik ve sosyal hukuk devleti ile bağdaşmalıdır. Demokrasinin bir veya birçok kuralına uymayan veya cumhuriyetin temel ilkelerinden olan laik ve üniter yapıyı, demokrasiyi yok etmeyi amaçlayan ve de demokrasinin tanıdığı hak ve özgürlükleri yasadışı yorumlarla tarif ederek oluşturulan siyasi projeleri öne süremeyecekleri, bu nitelikteki beyan ve eylemlerin gerek iç hukuk gerekse de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi korumasından yararlanamayacağı gözetilmelidir

ABD'de McCarthy dönemi

İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kimi çevreler Sovyet ajanlarının ülkedeki varlığından ve gizli tertiplerinden dem vurmaya başladı. 29 Haziran 1940’da Amerikan Kongresi, Amerikan hükümetinin devrilmesini savunmayı ve bunun propagandasını yapmayı suç haline getiren bir yasayı kabul etti. Çok açık ki, düşünce özgürlüğünü sınırlayan bu yasa Amerikan Komünist Partisi’ni hedef alıyordu. Ülkedeki komünist faaliyetleri araştırmak üzere kurulan Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi (HUAC), sendikacılardan yazarlara, müzisyenlerden eğitimcilere onlarca insanı sorguladı. Ancak bunlar arasında en çok gürültüyü Hollywood’un bilinen isimlerinin sorgulanması kopardı.Soruşturmaların yoğunlaştığı bir dönemde, 9 Şubat 1950’de Wisconsin senatörü Joseph McCarthy, elinde hükümet için çalıştıklarını ve Komünist Parti’ye üye olduklarını iddia ettiği 205 kişinin listesi olduğunu söyleyerek kamuoyunun karşısına çıktı. Bu liste bir sır değildi çünkü 1946’da hükümet tarafından yapılan bir çalışma sonucu hazırlanmış ve kamuoyuna duyurulmuştu. (SENARYOLAR AYNI OLUNCA OYUN HER YERDE AYNI ŞEKİLDE SERGİLENİYOR... BU GÜN DE TÜRKİYEDE BÖYLE BİR LİSTEDEN BAHSEDİLİYOR BÜTÜN KANALLARA VE YAPIMCILARA VERİLMİŞ BİR LİSTEDEN SÖZ EDİLİYOR... UZUN YILLAR POLİTİK TİYATRO YAPMIŞ VE SİCİLİNDE KOMİNİST BİLİNEN SANATÇILARIN EN ÇOK BU DÖNEMDE SIKINTILAR ÇEKMELERİ VE İŞSİZ KALMALARIDA RASTLANTI DEĞİLDİR)Listedekilerden bir kısmı gerçekten komünistti. Ancak listenin diğer üyeleri (yine hükümet tarafından sakıncalı bulunan) eşcinseller ve alkoliklerdi. Dolayısıyla, listeyi elinde sallaya sallaya televizyonlarda arzı endam eden McCarthy de aynı sorguya muhatap kalmış olsa, listedeki yerini alabilirdi pekala. İddiaları üzerine tanıklık yapmak için Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi’ne çağırılan McCarthy, listeyi önce 80 kişiye, sonra da 50 kişiye düşürmesine rağmen tek bir sanığın dahi komünist olduğunu ispatlayamadı. Ancak bütün bu iddialı ve hırslı tavırları McCarthy’e geniş bir kamuoyu desteği sağladı. Ve böylece tarihe “McCarthizm” olarak geçen karanlık dönem başladı. Sorgulamalar, eskisinden daha hızlı devam ediyordu…“Cadı avı” sırasında bütün tanıklardan Komünist Parti’ye üye olup olmadıklarını, üye iseler, diğer üyelerin isimlerini ve artık bu işleri bıraktıklarını söylemeleri ve Komite üyelerine artık yalnızca Amerikan çıkarları için çalışacak birer tövbekar olduklarını kanıtlamaları istendi. Sorulara yanıt vermeyi reddeden onlarca Hollywood çalışanı ya hapse atıldı ya da sürgüne gitmek zorunda kaldı. (Eskiden örgütler vardı ve kolaylıkla örgüt üyesidir falanca filancayla bağlantısı var diye göz altına alınabiliyordunuz... Şimdi böyle bir kozları da olmadığından üstlerine başka suçlar atfederek .....tıpkı bana yapıldığı gibi..... yada mevcut davaları aleyhlerine işletilerek mağdur edildiler. Amaç ekonomik olarak kıpırdayamaz hale gelmelerini sağlamaktı... Öyle bir durumda ne olacaktı ki oldu zorunluluk karşısında çok fazla direnemeyip Fethullahın kanalındaki işlerde bile çalışmak zorunda kalmadık mı? Yada bu durumda bütün belediyeler ellerinde olduğuna göre AKP ile işbirliği kaçınılmazdı...Kısmen yada tamamen bu noktaya getirilmesi de tesadüf değildir... Bu gün piyasadaki işlerde en çok rol alanlar iyi sanatçı oldukları değil uslu çocuklar oldukları içindir.)İşlerinden olmak ise, hepsinin ortak kaderiydi.. Komitenin karşısına çıkıp arkadaşlarının isimlerini birer birer sayanlar, kariyerlerine kaldıkları yerden devam ettiler.Komitenin gazabına uğrayıp işlerini kaybedenler arasında Bertolt Brecht, Charlie Chaplin, Arthur Miller, Orson Welles ve Pete Seeger gibi ünlü sanatçıların yanı sıra daha kariyerlerinin başında olan ve gelecek vadeden pek çok kişinin yer aldığı sinemayla ilgilenen herkesin malumu. Ancak arkadaşlarının gelecekleri pahasına kendi kariyerlerini kurtaranlar bahsinde -belki de en meşhurları olduğundan- Elia Kazan’dan başkası çoğunun hatırına gelmez. Oysa bu isimler arasında nice enteresan insan yer alıyor. Edvard Dmytryk örneğin…Sorgulamaların başladığı 1947’de soruları yanıtlamayı reddedip, kimsenin düşünceleri yüzünden yargılanamayacağı ilkesinden hareketle Amerikan Anayasası’nın çiğnendiğini belirterek direnen ve bu yüzden hapse atılan Hollywood Onlusu (Herbert Biberman, Lester Cole, Albert Maltz, Adrian Scott, Samuel Ornitz, Dalton Trumbo, Edward Dmytryk, Ring Lardner Jr., John Howard Lawson ve Alvah Bessie) arasında yer alan Dmytryk’in ekonomik sıkıntıları, karısından ayrılınca arttı. Bundan kurtulmanın tek yolu olarak arkadaşlarını ele vermeyi ve işine yeniden kavuşmayı gördü. Hollywood Onlusu direnişinden dört yıl sonra 1951’de bu kez kendi isteğiyle çıktığı mahkemede bütün soruları yanıtlamakla kalmayıp isimlerini verdiği komünistlerin kendisine baskı yaptığını iddia etti. Bunun ödülü olarak da kara listeden çıkarıldı ve tekrar çalışma fırsatı buldu.Larry Parks komiteye isimleri verilenler arasındaki tek oyuncuydu. Aynı zamanda sinemaya ilgi duymayan herhangi birisinin de tanıyabileceği tek isimdi. Parks, komiteye ifade vermeyi kabul etti. 1941’de Komünist Parti’ye katıldığını ancak dört yıl sonra ayrıldığını itiraf eden Parks, arkadaşlarının ismi sorulduğunda yanıt vermek istemedi. Ancak komite onu muhbirlik yapmak ya da komiteye saygısızlıktan hapse girmek arasında bir seçim yapmaya zorladı. Parks da ilk şıkkı tercih etti. Verdiği isimler arasında yer alan Leo Townsend, Isobel Lennart, Roy Huggins, Richard Collins, Lee J. Cobb, Budd Schulberg ve Elia Kazan da Larry Parks’la aynı tercihi yaptılar ve komiteye yeni isimler verdiler.Elia Kazan’ın bundan birkaç yıl sonra, 1954’te çektiği, başrollerini Marlon Brando, Karl Malden, Lee J. Cobb, Rod Steiger, Pat Henning ve Eva Marie Saint'in paylaştığı sekiz Oscarlı Rıhtımlar Üzerinde (On the Waterfront) pek çoklarınca McCarthy sorgulamalarındaki tutumunu savunmaya yönelik bir çalışma olarak kabul edildi. Filmde liman işçisi Terry’nin öyküsü anlatılır. Terry, çeteleşen sendika patronlarının işlediği cinayetlerden birinde istem dışı rol almıştır ve vicdanı rahat olmasa da susmaktadır. Ancak çetenin öldürdüğü işçilerden birinin kızkardeşi olan Edie’yle duygusal yakınlaşma ve ardından, çetenin adamı olan ağabeyi Charley’nin öldürülmesi Terry’nin yavaş yavaş değişmesine ve eski pısırık kişiliğinden sıyrılarak patronlarına karşı mücadele etmeye karar vermesine neden olur. Filmin sonundaki, arkadaşları tarafından dışlanan Terry'nin feci şekilde dövülmesine rağmen ayakta kalıp destekçileriyle beraber yürümeye devam etme sahnesi de Elia Kazan açısından otobiyografik öğeler taşıyor. Elia Kazan, sorgulamalardaki tavrı yüzünden pek çok arkadaşı tarafından suçlandı ve asla affedilmedi.(Bu gün Türkiye'dede konuştuğuy zamana mangalda kül bırakmayan bir çok eski solcu bu gün ya bir kanal yöneticisi ya yapımcı peki ne yapıyorlar yapılacak işin içerisini boşaltıyorlar... Benim bizzat şahit olduğum çok iyi olabilecek bir çok proje bu insanlar tarafından içi boşaltılarak kuşa çevrilmiştir... Amaç ülkenin içinde bulunduğu bu vahim durumda bile servetlerine servet katmaktır.. Üstelik bu işin emekçilerini de sömürerek ve onların haklarını da vermeyerek.Bu gün Türkiye'de Elia kazan kariyerindeki T.Y nin yaptığı da bu değilmidir.) 1972’de Cannes Film Festivali’nde Kazan’ın ödül kazanması güdeme geldiğinde sorgulamalar yüzünden ABD’yi terk edip İngiltere’ye yerleşmek zorunda kalan Festival Jüri Başkanı ünlü yönetmen Joseph Losey (Uşak, Kaza Gecesi, Arabulucu), Kazan’ı açıkça lanetleyerek ödülün verilmesine engel oldu. 1998’de ise, vaktiyle pek çok insanın işini bırakmasına neden olarak endüstrinin canına okuyan Kazan’a, “endüstriye katkılarından dolayı” Yaşam Boyu Onur Oscar’ı verildiğinde Ed Harris ve Nick Nolte gibi ünlü oyuncular töreni protesto edecekti. Kendisine muhbirliği hatırlatıldığında Kazan “Utanıyorum.” demekle yetindi ve bu konuyla ilgili kimseyle konuşmadı. (Bende utanıyorum gerçekten... Bu ülkede ve bu koşullarda kendime sanatçıyım demeye utanıyorum.)Anılarında bile: ismini verdiği arkadaşlarından olan Arthur Miller’ın sevgilisi Marlyn Monroe’yla yaşadığı aşk maceraları, sorgulamalardan çok daha fazla yer tutuyordu. Kazan’ın bu davranışı, Anadolu’dan gelmiş olması nedeniyle kendisini hiçbir zaman tam bir Amerikalı olarak kabul ettirememiş olmasına ve Amerikan egemenlerine bu şekilde yaranmaya çalışmış olmasına bağlandı sonraları. McCarthy’nin kaybettirdiklerinin öyküleri ise çok daha acıklı… Hakkında soruşturma açılıp mahkemeye çağrılanlardan sessiz sinema ustası Charlie Chaplin, ABD’yi terk ederek İsviçre’ye yerleşti. Yönetmen Joseph Loosey ise İngiltere’ye yerleşti ancak, ABD’deki cadı avı İngiltere’ye sıçrayınca takma isimlerle çalışmak zorunda kaldı. Nazım Hikmet’in “Türkülerimizden korkuyorlar Robeson..” diye selamladığı siyahi şarkıcı Paul Robeson’un pasaportu iptal edilirken, senarist Ben Barzman’a Fransa’ya sürgün yolları gözüküyordu. Tom, Dick ve Harry filmiyle 1941’de Oscar’a aday gösterilen Paul Jarrico için de kariyerinin sonu anlamına geliyordu McCarthizm. Sonraları Kubrick’in filme aldığı Spartacus’ün senaristi Howard Fast de iş bulabilmek için yıllarca takma isim kullanmak zorunda bırakılıyordu. Dr.Jekyll and Mr. Hyde ile tanınan Rose Hobart, sırf Sinema Oyuncuları Sendikası’nda aktif olduğu için sinemadan kopartılanlar arasındaydı. (Bi,zde ne yazık ki sinema oyuncularının sendikası da aktif değil ve bu gün tiyatro oyuncuları sendikasının başında eskiden yani 80 öncesinin en hızlı solcusu olupta 80 den sonra hidayete ererek dini oyunlar sergileyerek tiyatro yaşamına devam eden... Geçenlerde sırf beni taciz etmek için facebooktan beni görünce tiyatroculuğun mu aklına geldi diye ukalalık eden U.A vardır.)Ünlü Alman şair-yazar Bertolt Brecht ise komiteye çağırıldığında ABD vatandaşı olmadığı için komitenin kendisini sorgulamaya hakkı olduğunu belirterek çağrıyı kabul etti. Sorgulama sırasında ise, İngilizce’ye tam anlamıyla hakim olmamasını müthiş bir koza dönüştürerek komiteyle dalgasını geçti. Ancak onu da ABD’de fazla tutmadılar ve Doğu Almanya’ya yerleşti. Bütün Amerika’yı kasıp kavuran McCarthy rüzgarı bu ihtiraslı senatörün eleştiri oklarını Amerikan ordusuna yöneltmesiyle son buldu. Amerikan ordusu için bu kadarı fazlaydı. Onlarca aydın ve sanatçı yargılanırken sesini çıkartmayan kamuoyu, sıra orduya gelince McCarthy’i harcamaya karar verdi. Ordu, gazetelere McCarthy’nin usülsüzlükleri hakkında bilgiler sızdırırken basında da senatörün alkolik ve eşcinsel oluşu sürekli gündeme getiriliyordu. Nihayetinde McCarthy, senatodaki Operasyon Yönetimi Komitesi’nin başkanlığını ve bir sonraki seçimleri kaybetti. McCarthizm resmen sona ermiş olsa da ABD’yi esir alan antikomünist histeri Soğuk Savaş boyunca devam etti. Buna sinema sektöründen verilebilecek en iyi örnek Jean Seberg’e yapılanlardır. Jean D’Arc ile çıkış yapıp Günaydın Tristesse ile yıldızlaşan Fransız aktris Seberg Hollywood’a geldiğinde, kimileri rahatsız olmuştu. Sebebi, Seberg’in ırkçılık karşıtı Kara Panterler örgütüyle olan ilişkileri ve sol görüşleriydi. Atağa geçmek için fırsat kollayan FBI, Seberg’in Meksikalı yazar Carlos Fuentes’ten hamile kalması üzerine aradığı fırsatı buldu. FBI bu bebeğin Kara Panterler üyesi siyahi bir teröristten olduğunu iddia eden bir mektubu Hollywood dergilerine gönderdi. (Buda ayrı bir şeydir ve en çok korkulan şey... Biraz sivrilmeyegörün başınızı mutlaka bir şekilde ezerler... Ne yapacaklar bu defa ilşkilerinize kadar girip sizi yıpratacaklar ve kamuoyunun gözünde küçültmeye çalışacaklardır..)Bu iftiralar karşısında Seberg öylesine sarsıldı ki, erken doğum yapmak zorunda kaldı ve ertesi gün basın toplantısı düzenleyip gazetecilere ölü bebeğinin bedenini gösterdi. Bu, dedikodulara son verdi ancak Seberg kendini asla toparlayamadı. Çocuğunun her –ölü- doğum gününde intihara kalkışan Seberg, sayısız girişiminden sonra, bir gün arabasında ölü bulundu, boş bir ilaç kutusu ve veda mektubu ile… Irak Savaşı sırasında da ABD’nin tavrını eleştiren Michael Moore ve Jessica Lange gibi isimleri vatan hainliğiyle suçlayıp Hollywood’dan dışlanmalarını savunan kimi çevreler de McCarthizmin hâlâ biryerlerde pusuda olduğunu kanıtlıyordu. Kaliforniya Üniversitesi müzikologlarından Richard Taruskin’in besteci John Adams’ı Amerikan karşıtı müzisyen olarak yaftalamasındaki dürtü de aynıydı. İyi ve Kötünün Bahçesinde Geceyarısı’nda zengin ve güçlü eşcinsel karakteri unutulmaz bir şekilde canlandırdığı için eşcinsel olduğu iddia edilen Kevin Spacey’nin "Bu, McCarthy döneminin sürdüğünün açık bir kanıtıdır" şeklindeki sözleri manidardır.

"atla, esek garmasti , dozu etrafa bulasti"

ERGENEKON ismi verilen fakat iddianamesi 10 aydir ortaya konmadan , suc belirtmeksizin tutuklamalar yapilan bir operasyon Turkiye gundemine oturdu.
Bu operasyon ile Turkiye'nin bilinen, saygı duyulan , ulusal duruşlu ve Cumhuriyetci aydınları,yazarları,siyasetcileri tutuklanmaya baslandı.
Güdümlü mütareke medyasının 2.Cumhuriyetci olmakla öğünen bazi F tipi yazarlar , gizli olan Ergenekon soruşturmasının gizli belgelerini gazetelerinde açıklar oldular !!!
meslektaşlarını,aydınları,siyasetçileri hedef gösterdiler.
Onlarin isaret ettikleri göz altına alınır oldu ?
Birileri onlara "belge özel servisi" yaptilar ?
Mütareke medyası ;
Hem yargıç, hem savcı oldular !!
kendilerince tutukladılar,
yargıladılar,
İnfaz ettiler !!!
Savcılar sessiz kaldılar !
Toplum bilgilendirilmedi !
Sanıklar neden tutuklandığını öğrenemediler !
Sivil ve derin devlet topluma baskı kurdu ...
Hukuk bundan yara aldı...
Karşı devrimciler ,tüm güçleriyle Cumhuriyet rejimi ve savunucularina,
kumpaslar, kolpalar kurmaya basladılar.
Tuzaklar , "domuz tırnagı boşa " gibi vuruldu
Küresel sermayenin emperyal baronları ne emrediyorsa onları yazdılar.
Kalemlerini kırdılar , kiraya verdiler..
Anadolu'dan bir deyiş vardır ;
"atla, esek garmastı , dozu etrafa bulastı"
Bu tozun ardından neler cıkacak , bekleyip gorecegiz.
Bu günün benzeşen olayı , Amerika'da 1950 lerde
senator McCarthy döneminde de yasandı.
Tarih kendi döngüsünde yineliyor ..
Bu gunun olaylarını tarih yine not ediyor.
Yarınlarda da Ergenekon ve bu olayın kahramanları anılacaktır.
ASLINDA HAYAT OYUNUNDAKİ SENARYOLAR NE KADAR DA BİRBİRİNE BENZİYOR
ÜSTELİK BÖYLE DÖNEMLERDE EN AĞIR BEDELLERİ SANATÇILAR ÖDÜYORLAR..
PEKİ SANATÇILAR "SANATÇI DURUŞUNU" SERGİLEYEBİLİYORLAR MI?
NERDEEEEEEE..... HEMEN HEPSİNİ SİSTEM ÖYLE ZOR DURUMLARDA BIRAKMIŞ Kİ... BİR KISMI SAHİP OLDUKLARI KÜÇÜK ŞEYLERİ KAYBETMEME ADINA, BİR KISMIDA AMAN İŞSİZ KALMAYALIM ADINA HIZLA YAPTIKLARI İŞİN İÇİNİ BOŞALTIYOR ADETA BİR OTO SANSÜR UYGULUYORLAR...
ÖNÜMÜZDEKİ SÜREÇTE BU KONUYU DERİNLEMESİNE ELE ALACAĞIM...